26 Aralık 2011

The Future

“Gelecek” filminde Miranda July bizi, modern dünyanın yalnızlaştırdığı bir çiftin beraberliklerinin son dönemine götürüyor. Miranda July’nin kendisinin canlandırdığı Sophie, başlangıç seviyesindeki çocuklara bale öğretmenliği yapıyor ama esas istediği şey kendisi için yeni bir dans türü icat etmek. Jason’un ise evden dışarı çıkmasını gerektirmeyen, arayan kişiye telefonla teknik-destek sağlamasının yeterli olduğu bir işi var.
Arkadaşlarıyla ve çevreleriyle bağlarını kopartmış görünen bu yalnız çift, olaysız hayatlarına bir “yenilik” getirmeye karar veriyorlar. Bu yeniliğin adı - aynı zamanda hikayenin de anlatıcısı- sakat sokak kedisi - Paw-Paw.
Romantik-fabl devam eden filmde, (seslendirilmesini pek sevmedim) anlatıcı kedi Paw-Paw’un resmettiği çiftimiz; Otuzlu yaşlarının sonlarına gelmiş, hayatlarının monotonlaştığını fark edip bunu alelacele değiştirme çabasına girişen bir çift.  Neredeyse 40 yaşında geldikleri halde bulundukları noktadan pek memnun olmayan bir portre çiziyorlar. Bunun paralelinde hayatlarına aldıkları “tek yenilik” olan Paw-Paw onları bir anda orta yaş bunalımına sokuyor. Aniden, kedinin sorumluluğunu almak için bekleyecekleri 30 gün, gelecekleri ile ilgili bir şeyler yapmak için son zamanları oluveriyor ve bu süreyi hayatlarının son otuz günü gibi yaşamaya başlıyorlar.
Sophie ve Jason bir nevi hayata dönme ile ilişkilendirdikleri bu süreçte pek çok yeni şey yaşıyorlar.

Sophie’yi canlandıran Miranda July’nin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği film, bazı yerlerde kopuk olsa da anlatımıyla ilginç bir hale geliyor. ‘The New Adventures of Old Christine’ dizisinde Christine’nin kardeşini canlandıran Hamish Linklater, asosyal ve içine kapanık sevgili rolünde hiç fena değil.

Film, standart bir romanstan çok, içinde komedi unsurları bulunan dokunaklı bir masal gibi. O yüzden filmden çıktığınızda yüzünüzde kocama bir gülümsemeyle ayrılacağınızı düşünmeyin. Bilinen aşk filmi içeriği yok. Günümüz korkularına (kıskançlık, yalnızlık, sıradanlık) kadın-erkek ilişkilerine, modern dünyaya, sorumluluk almaktan kaçmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş herkese hafiften dokunduruyor.
Sophie’nin “Hayatını anlamlı hale getirmek için bir şeyler yapma” adına yaratmaya çalıştığı dansın videosunu, YouTube’a koyma isteği de, muhtemelen yeniçağın sanal başarı algısına yönelik bir eleştiri olsa gerek.

Orta yaş bunalımı, gelecek endişesi, monotonlaşan ilişkiler-hayatlar, bir şeyleri değiştirme isteği.
En önemlisi de bunları hemen şimdi fark etmek!
Unutmayın geleceğe dair umutsuz olmak, şu anda umutsuz olmanızla alakalı. Bunu değiştirecek zamanımız var.
Sanırım filmin en iyi getirisi, gizliden gizliden verdiği “Zamanınızı iyi kullanın mesajı”
Yenilik arayanlar olabilir, hayatın içine sıkıştıysanız kedi almanıza gerek yok.  (:
Sıkıntıyı bırakın gitsin.

 “We’re going to love you and take care of you for the rest of your life.”

İki Film Haberi


Quentin Tarantino’nun bir süredir üzerine çalıştığı ve uğrunda “Kill Bill vol. 3″ projesini ertelediği, western türünün son halkası “Django Unchained”in çekimleri, efsane kadrosu ve merak uyandıran hikayesiyle başlamış durumda. 
Vahşi Batı'da Django isimli siyahî bir kölenin, bir Alman ödül avcısıyla birlikte karısını Leonardo DiCaprio'nun canlandıracağı kötü toprak sahibinden kurtarmaya çalışmasını anlatacak olan filmde S. Baron Cohen, köle Django'nun karısını satın alan kumarbaz Scotty'i oynayacak. 
Kadronun diğer yıldızları ise; Christoph Waltz, Jamie Foxx, Kerry Washington, Samuel L.Jackson, Don Johnson ve Kurt Russell 


Leonardo DiCaprio'nun eş zamanlı olarak yer aldığı bir diğer proje ise Amerikalu suç romanları yazarı Don Winslow'un kitabı Satori.  Hikaye, Rodney William Whitaker'ın "Travanian" takma ismiyle yazdığı efsane kitap Şibumi'de anlatılanların öncesindeki gelişmeler üzerine kurulu.
DiCaprio filmde Japonya'da büyümüş dövüş sporları ustası go* üstadı Nicholai Hel'i canlandıracağını söylersek belki kitabı okuyanlar için biraz hayal kırıklığı yaratabiliriz. 
*Go: Japon satrancı dense de Çin'den çıkma karışık bir strateji oyunudur. (Ben de 25 kyu(öğrenci) seviyesinde oynardım bir zamanlar (: Oynayacak kimse bulamayınca telefona aplikasyon olarak yükledik :) sınırlı bir oyun hafızası olduğundan strateji çözüldü 3 haftada patladı olay, ama pratik için fena değil. )

Anadolu Kartalları

Anadolu Kartalları, Hakan Evrensel'in kaleminden çıkıp Ömer Vargı'nın kamerasında hayat bulmuş, Hava Kuvvetleri'nin 100. yıl dönümü kutlayan bir film.
(Aslında filmin eleştirisi sadece bu cümle olabilir.)

Film, savaş uçağı pilotu olmaya hazırlanan Harbiyeli beş genç teğmenin pilot olma sürecindeki zorluklarla başa çıkmalarına odaklanıyor.
Yönetmen Ömer Vargı, öceki filmlerinden (Herşey Çok Güzel Olacak, Gönül Yarası ve Kabadayı) bizi karakterler ve diyaloglarının gerçekliğine alıştırdığından olsa gerek Anadolu Kartalları bu konudaki zayıflığı ile dikkat çekiyor. Problemin ana kaynağı senaryonun, dolayısıyla diyalogların iyi yazılamaması. Buna bir de başrollerin iyi kıvrılamaması eklenince filmin hikaye örgüsü (zaten zayıf) tamamen ortadan kalkmış oluyor.

Hikayede, pilot olma sürecinin getirdiği stresle uğraşan teğmen Ahmet Onur (Çağatay Ulusoy) bir yandan da sevgilisi Burcu (Hande Subaşı) ile süregelen birlikteliğini götürme çabasında. Neden çabasında? Çünkü Burcu nedense sevgilisinin bir pilot olduğu gerçeğini bir türlü idrak edememiş bir portre çiziyor. Maalesef diyalogları o kadar "Şom ağızlı" yazılmış ki (donuk oyunculuğunun da eklenmesiyle) ilk beş dakikada izleyiciyi kendinden soğutmayı başarıyor. Esas hikayesi, bu aşk hikayesi gibi okunan filmi destekleyen yan karakterler oyunculuk açısından daha başarılı. Teğmen Ahmet'in eğitmeni Kemal rolünde Engin Altan Düzyatan, destek olan komutan rolünde inandırıcı. Ahmet'in çocukluk arkadaşı aynı zamanda okul birincisi bayan pilot Ayşe rolünde Özge Özpirinçci bir Harbiyeli için minyon olsa da performans olarak başarılı.


Filmin teknolojisinden bahsedersek; Hikaye ne kadar amatörse gökyüzü çekimleri, iç çekimler, dış çekimler bir o kadar profesyonel işi. Uçuş sahneleri kesinlikle inandırıcı. Bu çekimler için Amerikan Wolfair Aviation şirketinden özel jet kiralanmış. Havada 2.5 saat HD çekim yapabilen bu jet daha önce "Iron Man" filminde kullanılmış (4 günlük bedeli 600 bin dolar) Filmdeki mezuniyet töreni sahnesi, İstanbul’da bulunan Hava Harp Okulu’nda gerçeğine uygun olarak çekilmiş.Ünlü akrobasi grubu ‘Türk Yıldızları’ ve ‘Solotürk’ te Anadolu Kartalları'na özel İstanbul Boğazı üzerinde şov uçuşu gerçekleştirmiş.
Hava Kuvvetleri paradan kısmamış. Belli.
İşte sorun da burada başlıyor. Elde bütçe var. Teknoloji var. Hava Kuvvetleri'nin sonsuz desteği var, Yönetmen var. E?
Madem bir belgesel değil, film yapmak istendi, o zaman bir zahmet sağlam bir kast ve hikaye yapacaksın ki tüm bu emekler heba olmasın.
Yoksa tüm bu pilotluk süreci, verilen emekler bir gençlik dizisi kıvamında "Kaprisli kız ve teğmenin karamsar aşkından" ileri gidemez. Adını Feriha Koydum dizisinin başrolü Çağatay Ulusoy'un televizyon dizisini kotarıyor olması, her rolün altından kalkabileceği anlamına gelmiyor. En azından şimdilik görüntü bu.

Özetle film, Hava Kuvvetleri tanıtımı dışında, savaş uçağı pilotu eğitim döneminin zorlu sürecini takip etme iyi niyetiyle yola çıkmış bir film. İçindeki aşk hikayesi filmin etkisini zayıflatsa da uçuş ve eğitim sahneleri filmi sıkılmadan izlemeniz için yeterli.
Benim bile (uçmaktan korkan biri olarak) pilot olasım geldi!

Filmin ülkemizin coğrafyası itibariyle özenle beslenip büyütülen milliyetçilik duygularını beslediğini de belirtelim. Diyeceksiniz ki "Ya zaten Hava Kuvvetleri 100. yıl şerefine çekilmiş film. Tabiiki milliyetçi bir çizgide olacak." İşte benim anlayışım da burada ayrışıyor. "Biz ne kadar iyiyiz"i vurgulayacağım diye göze sokacaksan, hem gösterip hem altyazı yazacaksan belgesel yap.

Son söz, Ne diyelim? Nefes:Vatan Sağolsun'un da senaryosu elinden çıkan, ordudan ayrılma eski üsteğmen Hakan Evrensel'den daha objektif, daha film gibi düşünülmüş senaryolar bekliyoruz.

16 Ağustos 2011

Maymunlar Cehennemi geri döndü



Sinema seyircisinin gönlünde yer etmiş filmlerden biri olan Maymunlar Cehennemi bilindiği gibi iki senede bir tozlu raflardan inip yine yeniden doğan, aslında oldukça yaşlı bir film. Şimdi de son Hollywood modası olan “serinin başına dönelim” tesirinde yeni versiyonuyla görücüye çıktı.

Önce biraz geriye gidelim,
Boulle'nin kitabına dayanarak Franklin J. Schaffner’ın yönettiği ilk film(1968) o yıllara göre oldukça üst düzey bir makyaj, efekt ve kurguya sahipti. Hatta film - öyle bir kitle yakaladı ki- 7 film, 2 televizyon dizisine sıçramakla kalmadı roman ve çizgi roman dünyasına da ilham oldu.

İlk filmde, bir grup astronot, uzun bir zaman yolculuğun sonunda uyanarak, yabancı bir gezegene iniş yapıyor, ancak burada adeta insan medeniyeti ile yer değiştirmiş bir maymun uygarlığı söz konusu. Astronotlardan George Taylor, insan avcısı maymunlar tarafından deney yapılmak üzere esir alınır. Bir kargaşa anında esaretten paçayı kurtaran Taylor, kaçtığı yerde(Yasak bölge) bambaşka bir gerçekle karşılaşır.
  

Serininin ikinci versiyonunda (1970) filme, haber alınamayan Tylor ve ekibin izini sürmek için ikinci bir ekip dahil oluyor. Bu ikinci ekipten sadece Brent, bir mağaraya saklanarak hayatta kalmayı başarıyor…
Serinin üçüncüsü “Maymunlar Cehennemi’nden kaçış” (1971) maymun bilim adamları Cornelius, Zira ve Dr. Milo’nun nükleer bombanın patlamasından önceki kaçışlarını anlatır. Taylor’un uzay gemisiyle zamanda geriye giderek 3955'ten 1973'e dönmeyi, yani Taylor ve arkadaşlarının yaptığı yolculuğun tersini gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Onlar, yok olan bir dünyadan geriye kalan son canlılardır. Dolayısıyla şimdi gelecekten ve insanoğlunu bekleyen felaketten haberdardırlar. (tabi bu maymunlar için hayra alamet değil)
(1972) “Maymunlar Cehenneminde İsyan”
Cornelius ve Dr. Zira'nın oğlu Caesar, 20 yıl Sirk sahibi Armando tarafından saklandıktan sonra ev hayvanı olarak köleleştirilmek istenen maymunları o ve MacDonald'ın yardımlarıyla örgütleyerek gezegendeki totaliter rejime karşı isyan başlatır.
(1973) “Maymunlar gezegeni savaş”

Maymunlarla insanlar arasında barışı sağlamaya çalışan Caesar, General Aldo'nun bölücülüğüyle karşı karşıya kalır. Bu olay, iki maymun arasında ölümcül bir mücadeleye neden olur.

Ve 2001’e gelindiğinde ilk filmin yeni versiyonu Tim Burton tarafından yeniden çekildi. Filmi politikaya buladığı gerekçesiyle başarısızlıkla suçlanan filmin yönetmene en iyi getirisi muhtemelen eşi Helena Bonham Carter oldu (: 
Evet hiç bitmeyecek sandınız ama bitti. Açıkçası filmin hikayesini hiç bilmeyenlerin de az biraz fikir sahibi olmaları için böyle bir özet geçme gereği doğdu, yeni üniteye geçmek istemeyen tarih öğretmeni gibi bağlayalım:  “Bilenlere tekrar oldu  (:”

Şimdi yeni filme gelebiliriz.

Maymunlar gezegeni: Başlangıç(2011)

Serinin son filminde bu sefer, şu ana kadar anlatılanların da öncesine gidiyoruz. Serinin yaşadığımız dünya geçen tek filmi, insanlar ve maymunlar günümüzdeki hiyerarşideler. Hikayemizin odak noktasında, babasını iyileştirme adına kendini, Alzheimer tedavisini bulmaya adamış bir bilim adamı Will Rodman(James Franco) var. 
Rodman, tedaviyi geliştirmek için maymunlara beyin hücrelerini geliştiren bir serum veriyor.  Zeka düzeyinde ciddi bir ilerleme olan deney maymunu saldırgan tavırlar göstermeye başlayınca işler geri sarmaya başlıyor. Sonradan maymunun aslında-yavrusunu koruduğu için saldırganlaştığı- anlaşılıyor ancak, deney maymunlarının hepsinin uyutulduğu korkunç bir son ile noktalanmasını engelleyemiyor. Bu kötü sondan, yavru maymun(Caesar) Will Rodman’ın himayesinde kurtulmayı başarıyor. Ama bu karşılığı olan bir iyilik gibi… Rodman  Caesar üzerinde deneysel ilacı uygulamaya devam ediyor.

Bu defa insanlık, Rodman üzerinden -kurtarıcı olma- şapkası altında büyük riskler alıyor ve -her zamanki gibi- kontrolü kaybediyor. Filmin en büyük avantajı -her zaman benden duyamazsınız bunu-  CGI teknolojisi.  Filmin ana karakteri (CGI desteğiyle de olsa) Caesar’ı canlandıran Andy Serkis (nam-ı diğer Gollum) ise filmin kayda değer tek oyuncusu. Çizgi roman uyarlamalarından aşina olduğumuz James Franco ise “Milk”de Sean Penn’in sevgilisi Scott Smith rolüyle ve geçen sene “127 hours”daki performansıyla esas adam kimliğine geçebileceğini göstermişti. Bu filmde başrolü bir maymuna kaptırsa da, kendi payına düşen oyunculuğun hakkını vermiş diyebiliriz.


Özetle, film doğru yönetmenin ve iyi görüntü yönetmeninin elinde fena olmayan bir senaryonun ne kadar iyi olabileceğinin bir göstergesi gibi. Bu film, serideki gibi ciddi kültür çatışmasına girmeyen, tüm bunların öncesindeki bilincin hızlı gelişimi anlatan bir konuya odaklanıyor. Yani daha ziyade bilimin etiği, tabiat anaya müdahale etmenin bedelinin nasıl ödenebileceğinin ipuçlarını karşımıza koyuyor.  
Bu yazın en kaliteli filmi olduğunu söyleyebilirim
.  


22 Haziran 2011

Hanna


Ian McEwan’ın romanından uyarlanan “Kefaret” filmi ile dikkatleri üzerine çeken Joe Wright’ın son filmi Hanna sezona hızlı giren filmlerden. Fragmanından yeni bir türe el attığı anlaşılan yönetmenin “aksiyonda neler yapıp ettiği” merak konusu.(idi)

Hikaye kısaca,
Hanna, eski bir CIA ajanı olan babası tarafından Finlandiya'nın medeniyete uzak bir köşesinde, acımasız bir katil olarak yetiştirilmiştir. 16 yaşına gelince babası onu ilk suikastını gerçekleştirmesi için bilinçli bir şekilde “yakalatıyor” ve serüven başlıyor.
Başlarda profesyonel bir katil gibi amacına yönelik hareket eden Hanna'nın, yolculuk sırasında yaşadıkları onu varoluşsal bir sorguya sürüklüyor.

Filmin Finlandiya’nın karlı dağlarda başlayan girişi, dayanıklı bir askere dönüşen Hanna’nın hayatına girişimiz, babası ile olan ilişkisi, yaşam-ölüm ile olan ilişkisi, filmin içine kısa sürede girmemizi sağlıyor, merakımızı celp ediyor; ancak Hanna yakalandığı andan itibaren olay bir anda basitleşiyor, film yer yer kovalamaca yer yer gençlik filmine bağlıyor. Kaçmasına yardım eden (hayatın güzelliklerini öğretmekle yükümlü) ailenin akıbeti, Fas'daki sadist sarışının amcanın kazancı, 
Cate Blanchett’in oynadığı ajan Marissa karekterinin derdi anlaşılamayanlar bölümüne ekleniyor. Hanna’nın başına gelenler standarda bağladıkça biz filmden çözülüyoruz.

Joe Wright’ın yeni filmi Hanna, kanaatimce Bourne tarzı gizemli bir film gibi hayal edilmiş, ama benzer derece detaylı bir senaryo elde olmadığından sonlara doğru vasatlaşmış.

Bu arada sıkılmadan izleniyor, benim diyen aksiyon filmlerine taş çıkaracak sahneler var.  
Hanna, zeka dolu ayrıntıların konuşulacağı, hafızalarda yer edecek bir kurgusu olmayan ama yaz sezonunda iyi gidecek, gideni sıkmayacak bir film. Fragmanında daha çok gerildiğimi belirtmeliyim. Eric Bana bana yeter diyenler gitsin.

5 Haziran 2011

Kısa Kısa


Hanna Joe Wright, 2007 de Kefaret filminde şans verdiği –sonrasında da vazgeçemediği oyuncu - Saoirse Ronan’un başroldeki yeni filmi Hanna, gerilimli bir aksiyon gibi durmakta.
The Lovely Bone’s dan hatırlayacağınız zor rolleri kıvıran genç hanım bu kez hikayenin merkezinde.
Hanna, Finlandiya’nın uzak bir yerinde dul babası-eski CIA ajanı Eric(Bana) tarafından yetiştirilen dayanıklı, iyi eğitimli bir suikastçı rolünde. Blanchett’de sürprizlerden sadece biri.
Fragman için:
http://www.rottentomatoes.com/m/hanna/trailers/
The Bourne Legacy
The Bourne Ultimatum serisi aslında mükemmel bir şekilde 3’lemiş ve nihai sona varmıştı ancak 4. Film için hazırlıklar başlamış durumda. Serinin başarılı senaristi Tony Gilroy’e emanet edilen projenin yönetmeni belirsiz.
Daha önce serinin başarısını sırtlayan yönetmen Paul Greengrass devam filmi yapmak istemediğini açıklamıştı. Matt Damon da Greengrass olmadan projeye dahil olmayacağını açıklayınca gözler yeni bir kahraman ve yönetmene çevrildi. Madem karakter de boşa çıktı neden seriye devam ediliyor onu da anlamış değiliz.
MelancholiaLars von Trier’in fragmanı bile ilginç yeni filmi Melankoli,  psikolojik olarak kaybolmuş fertlerin oluşturduğu bir ailenin hikayesine odaklamıyor. Sanırım önceki filmi Antichrist ile psikolojik gerilim türünü seven Trier bu filminde de benzer bir üslüp kullanmış.Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg, Kiefer SutherlandCharlotte Rampling gibi güçlü bir kadroya sahip olan film ülkemizde ne ara gösterime girer bilemiyorum ama şans tanımak gerekir düşüncesindeyim. 
Bu arada filmin Cannes Film Festivali'ndeki gösteriminden sonra gerçekleştirilen basın toplantısında konuşan  Trier, konuşması içerisinde şakayla karışık Hitler'i anladığını ve Nazi estetiğine karşı sempati duyduğunu söylemişti. Hemen ardından "Bakalım bu sözleri nasıl toparlayacağım" diye espri yapan yönetmenin aklından neler geçiyordu bilinmez ama festivalin yönetmenler grubu kendisini istenmeyen adam ilan etti. 
Nazi şakası sadece festivaldeki varlığını değil, filminin dağıtımcı, sponsor ilişkilerini dahi etkileyecekmiş gibi görünüyor. Fragman için:
http://www.rottentomatoes.com/m/melancholia-2008/trailers/  

30 Mayıs 2011

Kar Beyaz

Sabahattin Ali'nin kısa öyküsü “Ayran”’ın sinema filmine dönüşmüş hali Kar Beyaz minimalist yaklaşımla varlığını sürdüren film furyasının son örneklerinden.
Fotoğraf sanatçısı, Selim Güneş'in yönetmenliğinde Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmeye değer bulunan 9 projeden biri olan film; Artvin-Şavşat güzergahında ve Şavşat’ın Maden Köyü’nde çekilmiş. 


Filmin konusu, kocası hapiste olduğu için çocuklarına tek başına bakmak zorunda kalan genç bir annenin hayat mücadelesi ve bu sürecin -çocuklarına da yansıyan- bir günlük hikayesi şeklinde özetlenebilir.

Sabahattin Ali’nin kendi hikayesinde ise bu öykü biraz daha farklı. Öyküde, Anadolu’nun bir köyünde ailesinin geçimini üzerine almış küçük bir çocuğun (Hasan’ın) bir kış günü köyünden çok uzak bir tren istasyonunda ayran satmaya çalışması ve bu uğurda köye dönerken kurt saldırısına uğraması anlatılır. Hikaye son derece dokunaklı, düşündürücüdür. Dönemin zor şartlarını, yoksulluğun hudutlarını anlatan detaysız bir hikayedir. Diyalog azdır, karakterlerin öncesi sonrası belli değildir, dönem belirsizdir. Bu açıdan sinemaya aktarılabilirliği tartışılır.
Filmde ise bunların ayrı ayrı öyküsü yazılmış, dönem belli, eşin neden hapiste olduğu belli, yan karakterler var (neden öyküdeler belli değil) ha tüm bunlar çok iyi anlaşılıyor mu? Siz çok dikkatli izlerseniz yakalayabilirsiniz. Belki.

Filmin başrolünü üstlenen Hakan Korkmaz (Hasan) oldukça başarılı, rolüne iyi adapte olmuş, Sinem İslamoğlu (Anne), yoksulluğun sınırında köylü bir kadın olarak başarılı ama neden saçları doğal olmayan bir ateş kızılına boyalı onu anlayamadım.

Kar Beyaz filmi, "Beğendin mi?" sorusuna ilk 5 saniyede net bir cevap veremediğim filmlerden. Her zaman dediğim gibi görselliğin bu derece yoğun kullanımı film dinamiğinin kaybolmasına yol açıyor. 

Son söz olarak ne yazsam diye fazla düşünmeye gerek yok. Bir önceki yazım Zefir filminin son cümlesi bu film için bire bir geçerli. Aynen kopyalayalım yapıştıralım.


Zefir, Kar Beyaz, Nuri Bilge Ceylan’ı hatırlatan minimalist tarzda yapılmış filmlerden. Ağır akan sahneler, uzun planlı manzaralar, durağan insanlar, empati duyamayacağınız uzaklıkta karakterler, az diyalog, 4-5 dakikalık hareketsiz planlar… 
Bu kombinasyonlar sinema dili açısından mükemmel olabilir belki, bu konuda ahkam kesmek bana düşmez ama söylemezsem olmaz.  Ben bu tarzı sevmiyorum. Bu tarz bence biraz riskli, denge yakalanamazsa filmin temposu giderek yok oluyor ve film izleyicisini kaybetmeye başlıyor. 
Sonuçta da 80 dakikası Karadeniz belgeseli gibi devam eden filmin son 10 dakikası, tasarlanan o “şok etkiyi” yapmaya yetmiyor.


9 Mayıs 2011

Zefir

Zefir
Batıdan esen yumuşak bir rüzgar

Zefir,
Belma Baş'ın 2006’da çektiği Poyraz adlı kısa filminden sonraki ilk uzun metrajlı filmi.
Filme adını veren Zefir,  mecburen yaz tatilini anneanne ve dedesiyle Karadeniz sırtlarında bir yaylada geçirmekte olan yeni yetme bir kız çocuğu. Bu ‘misafirlik süreci’ aslında onun için -işi gereği- onu bırakıp giden ‘annesini bekleme sürecine’ dönüşüyor.
Yeni yaşam biçimine uyum sağlamaya çalışan Zefir’in, annesini beklerken ve onu almaya geldikten sonraki duygu durumu, filmin esas hikayesinin dayandığı temaları birer birer açığa çıkarıyor.

Annesinin gelişine dek, bulunduğu ortama ayak uyduramamış görünen Zefir’in,  annesi Ay‘ın gelmesiyle özlemi son buluyor ne var ki çok geçmeden daha uzun bir süre için kızından tekrar ayrılacağını söyleyen anne,  adına zıtlık yaratacak şekilde kızının yaşamını aydınlatamıyor. Böylece filmin de en net sezilebilen Bir anne asıl kızını böyle terk edebiliyor? sorgusu gün ışığına çıkmış oluyor.  “Batıya” başka çocukların yardımına koşmaya gidecek olan annesine  “Batıdan esen yumuşak rüzgarZefir, ilginç bir tepki veriyor.

Belma Baş, Vahide Gördüm dışında tüm oyuncu kadrosunu ailesi ve yakın dostları arasından seçmiş – ki bu özellikle başrollerde olumsuz yönde hissedilen bir durum.
Birkaç temayı metaforik olarak anlatmaya uğraşmış film, iyilik, kötülük, çocuklardaki zalim tarafı anlatmayı çok seven Haneke izleri, “Her kadın anne olmak için mi doğar?” “Kadın için iş önce gelemez mi?” gibi pek çok gizli önermeye de cevap arıyor.

 Zefir, Nuri Bilge Ceylan’ı hatırlatan minimalist tarzda yapılmış filmlerden. Ağır akan sahneler, uzun planlı manzaralar, durağan insanlar, empati duyamayacağınız uzaklıkta karakterler, az diyalog, 4-5 dakikalık hareketsiz planlar…
Bu kombinasyonlar sinema dili açısından mükemmel olabilir belki, bu konuda ahkam kesmek bana düşmez ama söylemezsem olmaz.  Ben bu tarzı sevmiyorum. Bu tarz bence biraz riskli, denge yakalanamazsa filmin temposu giderek yok oluyor ve film izleyicisini kaybetmeye başlıyor.
Sonuçta da 80 dakikası Karadeniz belgeseli gibi devam eden filmin son 10 dakikası, tasarlanan o “şok etkiyi” yapmaya yetmiyor.

28 Nisan 2011

Pina


Pina, 2009’da hayatını kaybeden büyük Alman koreograf Pina Bausch’a ithaf edilen uzun metrajlı bir dans gösterisi. Tanztheater Wuppertal Pina Bausch topluluğuyla 3D çekilmiş ‘neredeyse’ belgesel filmde, Pina’nın dansa getirdiği yenilikler, bedensel, görsel ve düşünsel bir şölene dönüşüyor.


Filmin yönetmeni
Wim Wenders, üçüncü boyutun, filmine kattığı ‘ekstra’ bir şey olmadığını, sadece “Bu dansın, üç boyutlu izlenmesi gerektiği” için filmi bu şekilde çektiğini söylemiş. Aynen dediği gibi de yapmış. Filmin 3D etkisi, herhangi bir sahnesinin ‘ruhta bıraktığı etkiden’ derin değil.
Az buçuk dansa ilgi duyan herkesin, en azından adını duyduğu bu Alman hanımın dans anlayışı –izlerken göreceksiniz- klasik danstan oldukça faklı.
Pina, her şeyden önce yerleşmiş kuralları kaldırıp yerine bambaşka hareketler eklemiş yenilikçi biri. Dans figürleri kısa diyalog ve hareket tekrarlarından oluşuyor. Koreografiye “soru sorma” dürtüsünü ekliyor. Sonra da
ne, neden, ne zaman (www) sorularını ya sözle ya da beden diliyle yanıtlıyor. Her koreografide bir hesaplaşma, bir varoluş savaşı söz konusu!
(Pedro Almodovar bir röportajında, Pina’nın kadın-erkek ilişkisini anlattığı dans gösterisini izledikten sonra, ilham alarak ‘Konuş Onunla’ adlı filmini yaptığını anlatmıştı)

Hüzün ve mizahın birleşimi bu pandomim dansını beğenmeniz için anlamanız, anlamanız için sevmeniz gerekecek. Bu da filmi anlamanız ve sevmenizle ilişkili bir durum tabiî ki.


Topluluk dansçılarının 
Pina’yı anlattıkları kısa sekanslar, büyük dansçının hayatı, aşkı, umudu nasıl algıladığını izleyiciye geçiren güzel bir kurgu yaratmışEminim film projesi başladıktan sonra kaybedilen Pina’nın, filmin gidişatında etkisi büyüktür. Topluluk dansçılarının karşılıklı konuşma sekanslarında “sanki annesini anlatan çocuklar” gibi olmaları bu özlemin taze olmasından kaynaklanıyor olabilir. Filmin dokunaklı, kasvetli yapısını biraz buna bağlamalı.

Pina, dans eden veya dansı seven herkese hitap edecek, ehil ellerde çok güzel yorumlanmış ve kurgulanmış bir dans belgeseli.
Müzikler de nefis.

Kaybolmamak için dans etmeli!
http://www.youtube.com/watch?v=cXpFD7gi8R0&feature=player_embedded

8 Nisan 2011

“Kim olarak kaybetmenin pek bir önemi yok, niye kaybettiğini sor…”


Kaybedenler Kulübü, özetle 1994 yılında Kent FM'de haftanın 3 günü, resmi olarak 22:00’de, gerçekte ise Kaan Çaydamlı ve Mete Özşener’in arzu ettikleri bir saatte başlayan, keyfe keder bir radyo programının (aslında neden 7 sene sürüp bir fenomene dönüştüğünün) hikayesi.  

Filmin konusu şöyle;
‘Asla okunmayacak’ kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de barı olan, plak ve efemera koleksiyoncusu  Mete (Yiğit Özşener), Kent FM’de  “kendi aralarında konuşuyorlarmış”  gibi bir radyo programı yapmaktadırlar. Programdan maddi manevi bir beklentileri olmadığı gibi aslında programın belli bir konsepti de yoktur. Arayan kadınlara “Sizinle yatmış mıydık?" diye sormaları, programda bazen susup oturmaları, yayında küfretmeleri, içki içmeleri, yalnızlık, din, ölüm, seks gibi konular hakkında konuşmaları, 90’ların yaygın rekabetçi kazanma kültüründe- var olmayan- samimiyeti getirdiğinden olsa gerek, programı bir anda popülerleştirir.

Şöhretin getirdiği maddi getirileri ellerinin tersiyle iten ikili, manevi getirilerini ise geri çevirmezler. (İkili mütemadiyen kadınlarla geçici ilişkiler yaşamaktadır.)  Bu şekilde geçen çok eşli bir sürecin ardından
Kaan’ın kalbi mimar Zeynep’e(Ahu Türkpençe) takılır ve ikisi de bu aşkı -hayata bakış farklılıklarına karşı- sürdürmeye çalışırlar.

Filmin başrollerinde; Nejat İşler ve Yiğit Özşener, oldukça başarılılar. Ahu Türkpençe, sonunda süregelen ağırbaşlı-cici kız formatının dışına çıkarak oyunculuk çizgisini bir üst basamağa taşımış. Serra Yılmaz, Mete’nin güçlü aristokrat annesi rolünde gayet başarılı. Bunlar dışında diğer genç kadın oyuncuların oyunlarını ise pek beğenmedim. Lafları anlaşılmadığından, konuşmaları altyazı geçen Murat karakteri muhteşem. (yazı karakteri hiç olmamış olmasa da) Kaan’ın zorunlu ev arkadaşı rolünü üstlenen Rıza Kocaoğlu, nedense her filme konan ‘esas adamın komik arkadaşı’ olarak filmde de bulunuyor ve filmin dramatik yanını hafifletmek suretiyle üzerine düşeni yapıyor. (kız arkadaşı için aynı şeyi söyleyemeyiz)

Tolga Örnek, filminde söylenmesi bile zor olan konuların üzerine cesaretle gidebilen, yalnızlık, din, ölüm gibi konuları tartışmaya açan, toplumda köşede kalmış bireylere -bir şekilde-  ulaşabilmeyi başarmış ve nihayetinde de kitlelere yayılmış bu iki radyocunun unutulan programını tekrar hatırlatmayı amaçlamış görünüyor.

Filmin eleştiri getirebilecek tek yönü, yönetmenin filmi biraz erkek gözlüğüyle çekmiş olması olabilir. Hikaye belki de bunu gerektiriyordu ancak ibreyi az biraz daha ortalasaymış, daha iyi olurmuş gibime geliyor.

Neler eksik, Neler tam?
Filmi 2011 senesinden ayıran hiçbir şey yok. Programın 94 senesinde olduğunu bilmesek izlerken fark edebilir miydik bilemiyorum. Ne kıyafetler, ne o ruh… 90'lar Türkiye'si olmadığı gibi filmde köprünün -bugünkü ışıklandırılmış- hali dahil, pek çok güncel manzara filmin hızlı geçen İstanbul karelerinde mevcut. Ülkemize 2005 de giren Ikea çarşafları, 2002’de kurulan GFB grafitiler filmin fonunda dikkatten kaçmayan detaylar.

Özellikle Kaan’ın (Nejat İşler) alıntılar yaptığı kitaplar, şairler, felsefi konuşmalar, içi dolu muhabbetler, hep ‘erkeklere atfedilen’ bir derinlik. Kadınlara ise “sizinle yattık mı?” “ilk açılışı ne zaman yaptınız?” pompaya gidelim, pompadan gelelim… cümleleri kalıyor. Bu iki radyocunun  -eğer öyle ise - toplumla olan zıtlıkları, yalnızlıkları, derinlikleri, bulundukları hali ruhiye anlaşılmıyor. Neden kendilerini kaybeden olarak konumlandırdıklarını bilemiyoruz. Neden kadınlarla doğru iletişim kuramıyorlar. Bilemiyoruz. Akıllarda, adlarını bile bilmedikleri kadınlarla düşüp kalkan, bir yandan toplumun ‘yalnızlarını’ kucaklarken bir yandan da kadınlara karşı süper saygısız tutum sergileyen halleri kalıyor. Bu nedenle de - muhtemelen programın hitap ettiği insan katmanını simgeleyen - başörtülü kızın, radyo programını güle eğlene dinlemesi inandırıcı gelmiyor. Kaan karakteri, zaman zaman yönetmenin elinde anti hero olmak adına seyircinin empatisini yitiriyor, gerçekten aşık olduğu Zeynep’e olan samimi duyguları bile onu kurtarmıyor.

Sözün özüne gelince,
Bu iki radyocunun yaptığı, 90’ların tatsız ruh halinde bir ezber bozarak ülkeye samimiyeti hatırlatmaktı. Her ne olurlarsa olsun, herkesin özlediği dürüstlüğü ve cesareti canlı yayında yanı başımıza getirdiler. Kimse yedi senelik - karşılıklı-  paylaşımı başka türlü açıklayamaz.
Dönem dayatmasına uyup “En iyisi şunun gibi olmak” ya da
“bizim gibi olmak” değil,
 “kendileri gibi” olmakta direttiler.
Benim gibi kadın erkek arasındaki saygıyı yek tutan birini, bu akılları pompada olan iki beyefendiyle aynı frekansta buluşturan dalga boyu da budur.

Kaybedenler Kulübü, başka bir yönetmenin elinde kolaylıkla kadın düşkünü iki radyocunun hayat kesiti gibi algılanabilecekken, başrollerdeki isabet ve diyalogların iyi yazılması sonucu derli toplu bir film olarak değer kazanıyor. Konusu edilen karakterlerin öyküsü sizi sarar sarmaz ayrı konu ama Tolga Örnek seyircisini -dikkatiyle birlikte- filminde tutmayı başarıyor. Uzun zamandır ilk kez bir yerli filmde, diyalogların ve sahnelerin bütünlüğünün keyfine varabildim. Müzikler de cilası oldu. 

Filmde yer alan şarkılar, ‘Kaybedenler Kulübü’nün orijinal playlist’inden seçilmiş.
Ferdi Özbeğen’den, Moody Blues’a Mazhar Fuat Özkan’dan, Asu Maralman ve Otis Redding’e uzanan müzikler bir harika. Çıktığında filmin sountrack’ini kaçırmayın.


22 Mart 2011

The Adjustment Bureau

Geleceğimiz önceden kararlaştırılmış mı? Bütün seçimlerimiz belli bir plana göre mi belirleniyor? Yoksa kaderimiz bizim elimizde değil mi?
George Nolfi’nin yönettiği Kader Ajanları(The Adjustment Bureau) tüm bu sorulara cevap vermeye hevesli bir film olarak karşımıza çıkıyor.

Filme geçmeden yazardan bahsedelim,
Orijinal hikaye, bilim kurguların aranılan kalemi Phillip Dick’e ait. A Scanner Darkly, Azınlık Raporu ve nispeten daha geyik olan Next gibi birçok gişe filminin içinde olan Dick’in yeni senaryosu, aslında eski bir kısa öyküsünden alınma. Orijinal hikayesi, daha sıradan bir karakter olan Ed Fletcher’in çevresinde geçiyor. Şöyle bir şey;

“Ed bir gün kapıya gelen sigortacı nedeniyle işe geç kalıyor ve bu onun gün akışında bir şeylerin aksamasına sebep oluyor. İşine olması gerektiğinden geç gittiğinde, herkesin taşlaşmış olduğunu ve dokununca dağıldığını görüyor ve panik içinde eve koşup durumu eşine anlatıyor. Şoku atlatamayınca, herkesin kaderini elinde tutan yaşlı adam, ona “Durumu kendine saklamasını, her şeyin bir Plan dahilinde yürümesi gerektiğini ve plandan sapmaya izin verilmeyeceğini” anlatıyor.”

Adı ‘Ayar
Takımı’ndan’ ‘Ayar Bürosu’na’ terfi eden filmimiz, orijinal hikayeyle  –özü hariç- oldukça farklılaşmış.
Yeni versiyonda,
David Norris(Matt Damon), yükselişte olan genç bir politikacı rolünde. Seçim kampanyasında kitlesi tarafından hayli desteklenen David’in gündemi şans eseri değişiyor ve kaderi onu, aşka iten –alternatif- bir yola sürüklüyor. Ne var ki, David’in hayat çizgisini siyah ciltli defterlerinden takip eden melekler,  kendi hataları nedeniyle ortaya çıkan bu aşkı desteklemeye niyetli değiller. Durum kontrolden çıkınca da, genç politikacıyı uyarma yoluna gidiyorlar ve her şeyin belirli bir “Plan” doğrultusunda olduğunu ve -her ne olursa olsun- buna sadık kalınması gerektiğini net bir şekilde belirtiyorlar.
Ne yazık ki bu plana, David’in ilk görüşte aşık olduğu
bale dansçısı Elise(Emily Blunt) dahil değil.
Türüne romantik kovalamaca+bilim kurgu diyebileceğimiz (: Kader Ajan’ları için,
“…Nolan’ın “Başlangıç’ filmindekine benzer bir kurgu …” gibisinden bir yazı okumuştum. Bu film “Başlangıç’”ın ancak başlangıcı olabilir. Güzel film, ok ama üzerine uzun uzun kafa patlatılmış, büyük araştırılmış, kurgu ve akışı kusursuz diyemeyiz.
Kader çizgisi gibi büyük bir konuya el atan filmin en büyük handikapı, filmin kilit noktası oluşturan birkaç noktanın hiper geyik olması ve o noktadan sonra izleyicinin kendine gelememesi olabilir.
spoiler*   David’in tüm bu Plan olaylarını öğrenmesine yol açan aksaklığı hatırlayalım:
Bütün film boyunca melekler gizeme boğuluyor, fötr şapkalar, kapılardan geçmeler-başka yerlere çıkmalar, eşyaları hareket ettirmeler vs. sonunda ne oluyor. Meleğin teki uyuya kalıyor.
Nedir yani yorulmuş mu (:

Filmin göze batan minik “Hadi canım sende!” parçalarını saymazsak, aksiyonun abartılmamış olması, kader konusunda çok beylik laflara boğuluyor olmamamız ve en önemlisi
Damon ve Blunt’un, birbirlerine uyumlu kimyaları ve iyi oyunculukları filmin artıları.

Şu ara gösterimdeki filmler içinde ortalamanın üstü diyebilirim.

27 Şubat 2011

Ağaç The Tree


Julie Bertuccelli'nin (Kendisini, Kieslowski’nin Mavi ve Kırmızı’sından yardımcı yönetmen olarak hatırlayabiliriz) Cannes Film Festivali'nin kapanış gecesinde ayakta alkışlanan ilk filmi “Ağaç”ı duymuş, hakkında da pek çok yazı okumuştum. “Bu film gelene kadar sene biter, gene kopyasının peşine düşerim” düşüncesinin esiri olmuşken meğer film, vizyona 21 Ocak’ta girmiş-bitmiş bile. Bu ön yargımı “Muhtemelen gösterimde az kalmış, bu sebeple gözümden kaçmıştır” savıyla haklılaştırdıktan sonra hızlısından filmi izleme fırsatı yarattım.

Judy Pascoe’nin kitabını esas alan film, başta bir Avustralya öyküsünün, Fransız bir yönetmenin elinden çıkması konusunda sorun yaşamış. Ancak yapımcı Sue Taylor, yönetmen Bertuccelli ile tanışınca işler yoluna girmiş ve yapım süreci başlamış.

Gelelim filmin konusuna,
Dawn O’Neil’in (Charlotte Gainsbourg) küçük bir kasabada ailesiyle sakin ve mutlu
süren hayatı, eşinin ani ölümüyle allak bullak oluyor. Dört çocuğuyla baş başa kalan Dawn, yas sürecini atlatmaya çalışırken, evin küçük kızı Simone ona, babasının ruhunun bahçelerindeki ağaçta yaşadığını haber veriyor. Dawn, başta bunu kızının hayal gücü olarak görse de daha sonra, bu durum, onun için de bir kaçış noktası olmaya başlıyor…

Film, mistik bir yapıda değil, ama siz eğer mistik bir haldeyseniz sizi havaya sokacak pek çok sembol var filmde. Bahçedeki ağacın ailenin üzerindeki etkisi, köklerinin evlerine zarar verecek aşamaya gelmesi, dallarının odalara, çiçeklerinin eve dolanacağı aşamaya gelmesi gibi…

Yönetmen hanım filmi çekerken, tıpkı filmdeki gibi çok ani bir şekilde eşini kaybetmiş, bu film, ona acıyla yaşama konusunda yol gösterirken, aynı yas sürecini yaşayan Dawn karakterine de klavuz olmuş.

Sinemada, hüzünlü bir konunun melodrama kaçmadan anlatılması beni etkileyen bir durum. Bu filmin de 8 aylık bir yas sürecini anlattığı düşünülürse, bu dengenin iyi kurulduğunu söylemek gerekir. Büyük acının etkisindeki 4 çocuk ve yalnız kalan bir eşin durumu kabullenirken gösterdikleri farklılıkları izliyoruz. Bu acı azaldıkça, ailenin bahçesindeki ağacın etkisi olumludan olmusuza geçiyor. Ya da biz böyle sanıyoruz. Başka bir yönetmenin(ya da oyuncunun) elinde komik duracak pek çok sahne,(ağacın odaya girdiği sahne) en etkileyici anları oluşturabilmiş.

Filmin aksayan yönü hiç mi yok derseniz;
Bu film tam bir “ya seversiniz” “ya sevmezsiniz” filmi. IMDB puanı düşük, rottentomatoes sitesinde pek çok çürük domates yemiş. Üç seyredenden ikisi sıkıcı derse şaşırmam. Sen ne dersin derseniz, ben filmin ilk 25 dakikası muhteşem sonrası biraz daha klişe derim. Ama hafif Shyamalan izleri taşıyan, arada derede hikayeleri sevdiğimden dolayı 'izleyin' de derim.

Filmin en çok eleştirilen kısmı, insanlaştırılan ağacın, ailenin hayatına etki etme sürecinin altında aranan alt düşünce. Yani bir anlamda, yeni bir erkek arkadaş bulan eşine kızan ağaç koca –ona sinirlendiği için- hayatı zorlaştırıyor… Ve sonucunda eş -muhafazakarca olarak- yalnız bir yaşam kurmaya itiliyor...
Ya da –benim anladığım gibi- ağaç/koca başından beri “Yoluna devam etmesi” için ailesini taşınmaya zorluyor. Eşin yaşarken çalıştığı işine dikkat!

Film için, ‘Yaşam, ölüm, sevmek sevilmek ve devam etmek’ ile ilgili bir uzun cümle diyebiliriz.

24 Şubat 2011

KILL BILL VOL 3



Vernita was dead.
O-Ren was dead.
Budd was dead.
And Bill was dead.
But Elle?
Elle Driver is alive!

16 Şubat 2011

İncir Reçeli


Sevgililer gününe nişanlanan aşk filmi bolluğu arasında ilk durağım Aytaç Ağırlar’ın ilk filmi İncir Reçel'i oldu. Konusu, oyuncuları ya da yönetmeni hakkında hiçbir şey bilmeden gittiğim film, benim için tam bir muammaydı. (Ta ki başlayana kadar)

Filmin esas hikayesi -herkesin özenle sakladığı- bir “sırra” dayanıyor. İzleyici tarafından kısa sürede keşfedilse de vizyona yeni girdiği için esas olayı söyleyip tadınızı kaçırmak niyetinde değilim, kaldı ki filme getireceğim en hafif eleştiri filmin bu yönü.

İncir Reçeli, aynı konuya ve isme sahip 2009 yapımı bir kısa filmin uzun metraja dönüşmüş hali. Muhtemelen kısa versiyon daha iyidir zira filmdeki yeme, içme ve not kağıdı koparma sahnelerini kaldırsak zaten kısa haline geri dönülmüş oluyor.

Filmi, malum ‘gizemli bölüme’ girmeden anlatmaya çalışalım;
Televizyon için skeç yazarak hayatını kazanan, devamlı geri çevrilse de ‘bir gün’ senaryolarından birinin filme çekilmesi hayaliyle yaşayan Metin, yapımcılar tarafından (yine) reddedildiği günün sonunda efkar dağıtmak için arkadaşının barına gider. Barda dut kıvamına gelmiş Duygu ile karşılaşır, gecenin sonunda evine dönemeyecek kadar sarhoş olan kızı misafir etmek de ona kalır. Yanlış anlaşılma olmasın! Metin kanepede yatar, kalktığında ise Duygu gitmiştir.

Hep aynı barda ve hep aynı müzik eşliğinde dans edip sarhoş olmayı çok seven Duygu, Metin’in evinde sık sık misafir olmaya başlar. Bir süre sonra ev arkadaşlığına dönüşen bu ilişki Duygu’nun aniden ‘ortadan kaybolmalarına’ ve ‘ulaşılamıyor’ olmasına rağmen aşka dönüşür. Güzel sofralar hazırlayıp mütemadiyen yiyip içen ikili, günlerce aynı yatakta sarılmak suretiyle uyur ve iki erişkin oldukları halde bu durumu bir türlü sorgulamazlar.
Oyunculara gelince; başroldeki ikiliyi çok büyük uyum içinde gördüğümü söyleyemem. Çizilen tiplerin ve diyalogların klişe olması, oyuncuların elini kolunu bağlayan bir durum olabilir. Bunu kişisel yetenekle bağdaştırmamak lazım. Yan karakterler anlatmaya çalıştığım şeyin tam örneği, Metin karakterinin komik kankası Erol. (Sinan Çalışkanoğlu) Fotoğraf kursuna gittiği halde, 30 cm’den yakın berbat fotoğraflar çeken, filmde var olma amacı ne olduğu bilinmeyen bir kişi. O kadar boş bir karakter ki Barbara Laurens’in canlandırdığı Liza karakterine duyduğu aşka bile inanmadık. Böylece filmdeki ikincil aşk bile heba olup gitti.




Aşk filmlerine bir türlü ısınamıyorum, bu döngüye yeni bir kurgu girsin istiyorum açıkçası ama bir türlü olamıyor. Maalesef bu son örnek de izleyiciyi ‘muhteşem aşka’ inandırabilme becerisinden yoksun.

İncir Reçeli, sonunda büyük bir sürpriz saklıyor-muş gibi duran, ama filmin daha başından, sonunun anlaşıldığı bir senaryoya sahip. Hatta kapalı bir şekilde örnek verelim; Metin karakteri filmin sonuna doğru (en iq’su düşük izleyicinin bile anladığı) pek ortada olan bir gerçeğe bile vakıf olamıyor, bu şekilde sonuna gelinen filmi de giderayak iyice sahteleştiriyor.

Son söz olarak ne diyelim,
İncir Reçeli, 'beraber yaşamanın çok orijinal geldiği' ya da 'ne kadar çok içsek o kadar iyi olur' düşüncelerinin hakim olduğu yıllara bizi geri götüren liseli bir aşk filmi. 
Reçel seviyorsanız gidin (: ama kıvamı tutmamış.
Benden söylemesi.

31 Ocak 2011

Black Swan(Siyah Kuğu)

Darren Aronofsky, Bir Rüya İçin Ağıt’tan(Requiem For A Dream) sonra, ‘daha depresif’ bir film yapamaz diye düşünürken, kendisi bu hipotezime yeni filmi Black Swan ile cevap veriyor. Koşullara göre değişen insan psikolojisi üzerine tez yazma aşamasına gelen yönetmen, filminde Kuğu Gölü Bale’sinde sergileyeceği performans uğruna benliğini yitirme sürecine giren baş balerin Nina’nın hikayesini anlatıyor. Ama ne anlatmak!

Kuğu Gölü…
Pyotr Ilyich Tchaikovsky’nin 1871 yılında yeğenleri için eğlensinler diye yazdığı oyun, ailenin paraya ihtiyacı olması üzerine 1875’de tam uzunlukta bir bale olarak tekrar bestelenmiş.
Eserin hikayesi kısaca şöyle;
“Prens Siegfried’in göl kenarında dolaşırken ortaya çıkan bir kuğu, ona prenses Odette olduğunu, büyücü Rothbart’ın kuğu şekline soktuğu kızlardan biri olduğunu anlatır. Büyünün bozulması için “Bir erkeğin kızlardan birisine âşık olup –sadece onun- aşkına yemin etmesi gerekmektedir. Prens Odette’e âşık olur.
Onuruna verilen doğum günü balosunda Prens, kendisine tanıtılan kızlardan birini evlenmek için seçmek durumundadır. Baloya baron kılığına girmiş büyücü Rothbart ile Odette’in yüzünü kullanan kızı Odile de gelir. Prens, Odile’in Odette olduğunu zannederek onu sevdiğine dair yemin eder.
İhanete uğrayan Odette, ölmek ister. Bağışlanmak için göle gelen prens Odette’e yalvarıp aşkını kabul ettirir. Bu sırada büyücü Rothbart prense ettiği yemini hatırlatır. Odette’ten ayrılmak istemeyen prens büyücü ile kavga edip onu öldürür. Rothbart’ın ölümü ile gölün üzerindeki büyü kalkar ve kuğular birer genç kız olur. Prens Siegfried ve Prenses Odette de birbirlerine kavuşur.”
*Ancak filmdeki versiyonda, (New York Balesi’nde) hikayenin sonu bir trajediye bağlanıyor. Prensin ihanetine uğrayan Odette kendini öldürüyor ve perde kapanıyor.

Bazı filmleri anlatmakta -ya da şöyle diyelim- nesini beğendiğimi yazmakta zorlanırım. Lynch ve ya Trier gibi yönetmenlerin filmleri bu kategoriye girer. Ben, sinemada takip etmeyi, olayları birleştirmeyi, tahmin etmeyi sever izleyici grubuna girdiğimden dolayı bu tip filmler otomatikman benim favori listeme girerler. O yüzden baştan söyleyeyim. Filmi izlerken epey gerildim, birkaç kez yerimden sıçradım, yer yer nefesimi tuttum, ruhum tam bir huzursuzluk içinde sıkıştı kaldı.
Ama Black Swan’ı beğendim (:

Gelelim filme,
Baş balerin rolü için seçim muhteşem!
Aronofsky, Star Wars prensesinden(Natalie Portman)  olağanüstü bir performans çıkararak, onu primadonna Nina Sayers’a dönüştürüyor. Rolü için 9 kilo veren, 6 ay süresince her gün 8 saat bale çalışan, Portman, etrafa her daim hüzünle bakan, kırılgan hali ile bizi (kanatları çıkmadan önce) zarif bir kuğu olduğuna inandırmayı başarıyor.
Güzel giriyoruz filme;
Sanki içinde tahta yokmuş gibi- zerafet timsali pembe ‘pointe shoes’lar. İpleri çözülüyor, kullanılmaktan tozlanmış, eskimiş. İçinden yorgun ayaklar çıkıyor, ezilmiş parmaklar, kırılmış, kanamış tırnaklar. ‘
Ellerle gözleri kapattıran’ sahnelerden sadece biri…
(Ki biz ne kafa kopmalar, ne kanlı sahneler gördük, vahşetler izledik beyazperde -gözümüzü kırpmadık)

Nina, New York’da sergilenecek Kuğu Gölü Balesi’nde baş balerin olabilmek için yanıp tutuşan oldukça yetenekli bir balerin. Göz kamaştırıcı güzelliği, naifliği ve kırılganlığı ile gösterideki Beyaz Kuğu rolü için adeta ‘biçilmiş kaftan’. Sorun şu ki, Nina’nın gösteride daha şeytani, daha şehvetli ikincil bir karakteri de canlandırması gerekmekte –ki topluluğa yeni katılan balerin (Lily) cüretkarlığı ve seksapeli ile Nina’nın zıttı yani, tam bir “Siyah Kuğu”.
Nina, iki rolü de mükemmel yapabilmek adına ‘içindeki kötüyü keşfetmeye’ karar veriyor.
Ne pahasına olursa olsun.

Black Swan, ‘balerinlerin rol kapma mücadelelerinin’ anlatıldığı dans temalı filmlerin son örneği.  Bunlardan biri Aronofsky’nin de bazı çekim teknikleri aldığını belirttiği Red Shoes (1948) ve The Turning Point (1977). Yönetmen bu filmlerden çıkış noktası olarak feyz alsa da kendi filminde üslup tamamen değişiyor, farklılaşıyor. Performansı hayatının, belki de zihninin önüne alan bir balerin merkeze konuyor. Zaman zaman sürreale bağlayan film, izleyeni, gördüğü şeyin gerçek olup olmadığı kaygısına düşürüyor. Mekan seçimlerinde yaratılan klostrofobik dünya, (oyuncaklarla dolu pembe duvarlı -çocuk odası) Nina’nın annesi ile olan ürpertici ilişkisi, filmin genelinde var olan cinselliğin itici kullanımı (Polanski izleri), hemen her sahnedeki ayna kullanımları, renk kullanımları, müzik kamera…
Hepsi tek bir düşünceyi güçlendiriyor.
Hangisi gerçek? 
Bale kariyerini bırakmak zorunda kalan bir annenin baskısı altında ruhu ezilen Nina’nın tabiri caizse “İplerinin nerde koptuğunun” anlaşılma isteği…

Ve son sahne!
(Kuğu Gölü’nü canlı izleyenler filmin ne hissettirdiğini daha iyi anlayabilir belki)  Anlatmak olmaz tabii. Ama şu kadarını söyleyelim. Neden o kadar sıkıştı kalbimiz? Kırık tırnaklara, deri soymalara katlandık? (Katlandık diyorum çünkü biz de o acıları Nina ile bire bir yaşadık/hissettik)

Çünkü “Kusursuza” ulaştık. Bunun bir bedeli vardı. Nina içindeki kötüyü çıkardı ve
‘mükemmele’ bu şekilde erişti. Yani ‘dengeyi’ buldu.

‘Birey’ olabilmek kolay değil. Acılı bir süreç olsa da insanın ‘öz inşası’ için bu yolda cesaretle yürümesi gerekir.
Bu uğurda sana engel olan her ne ise,
Bazen “masumiyetin”, bazen “korkuların” bazen “rakiplerin” onları bu yolda öldürmen gerekebilir.
Rakibin kendin olsa bile!