28 Ekim 2010

Sihirbaz (The Illusionist)

Sylvain Chomet’i, 2004 senesinde izlediğim muhteşem bir animasyon olan “Belleville’de Randevu” (The Triplets of Belleville) filmi ile keşfetmiştim. Chomet, bu animasyon filmiyle, 2004 Akademi Ödülleri’nde iki dalda aday olmuştu. Ne var ki o sene, En İyi Animasyon Oscar’ı, CGI teknolojilerinin el çizimlerine oranla ne kadar ileri gidebileceğine işaret eden furyanın ilk ayağı, Kayıp Balık Nemo’ya gitmişti.
Belleville’de Randevu, özetle, Madame Souza’nın tek başına yetiştirdiği torununun, Fransız Bisiklet Turu’nda yarışırken kaçırılmasını anlatan neredeyse diyalogsuz bir macera filmi.

Chomet, henüz 2003’de bu animasyon projesi için, hayranı olduğu Jacques Tati’nin filminden bir alıntı kullanmak istemiş ve izin almak için Tati’nin kızına ulaşmış. Bunun üzerine Sophie Tati, babasının 1956’da (kendisi ve ya kız kardeşi için) yazdığı ve ta o zamandan bu zamana kadar saklı kalan projesini Chomet’e teslim etmeyi uygun bulmuş.
Tati’nin senaryosuna olduğu gibi sadık kalınmış, sadece hikaye Çek Cumhuriyeti’nde geçerken, gotik şehir sever yönetmen, mekanı İskoçya’ya kaydırmış.

İşte Sihirbaz’ın hayat bulma öyküsü böyle.

Konu olarak, 1960’ların İngiltere’sinde, devri bitmek üzere olan gösteri dünyasında var olmaya çalışan Tatischeff adlı sihirbazın hayatının bir kesitini anlatıyor.

Rock starlarının televizyon ve sahneleri işgal ettiği dönemde, gösterilerini -payına düşen- kalabalık barlar veya gürültülü piknik eğlencelerinde yapmaya çalışan Tatischeff, yine bu gösterilerinden birinde bir iş teklifi alıyor ve yolu İskoçya’ya düşüyor. İskoçya’nın uzak adalarından birinde, Iona’nın kalabalık bir barında yaptığı gösteri ilgiyle karşılanıyor hatta öyle ki izleyicilerden biri –Alice- onun “gerçekten” sihir yaptığına inanıyor. Otelde oda görevlisi olan bu yeniyetme genç kız ile sihirbazın arasında tatlı bir ilişki doğuyor. Aynı dili bile konuşamayan neredeyse baba-kız ikilisi geri dönüş vakti geldiğinde de ayrılmamaya karar veriyorlar.

Filmdeki başkarakter sihirbaz Tatischeff için kısaca, Tati’nin çizgiye dönüşmüş hali diyebiliriz. Zaten yönetmen, animasyonun bir bölümünde de Tati’nin kendi filminden (Amcam) alıntı gösteriyor izleyicisine.
Ünlü mim ustası ve yönetmen Jacques Tati, tıpkı animasyonundaki gibi eli belinde, şapkası, papyonu, şemsiyesi, sigarası ile zarif karakteristik bir beyefendiymiş.
En büyük sıkıntısı kalabalıklaşan şehir, yeni icatlar, elektronik aletler karşısındaki yetersizliğine işaret etmesi, hatta filmde, Texas işi boynuzlu lüks arabayı yıkamaya çalışması, en sonunda beceremeyip, arabayı yağmurun altına getirmesi de Chomet’ten Tati’ye giden bir gönderme değildir de nedir (:

“Küresel şehrin pırıltılı vitrinleri, arkadaki derinleşen yoksulluğu gizler. Modern kent dekoru ve kalabalığı gerçekliği örten bir tüldür “

Film aslında tam bir modernizm eleştirisi, bu vurgu her kalemde hissedilirken, bir yandan da Alice’in çocukluktan genç kızlığa geçişini (kırmızı babetlerden topuklulara) ikincil öyküde izliyoruz.

Spoiler* Sonucunda ilk aşkını bulan Alice her babanın kabusu olduğu üzere sevdiğine doğru uçup gidiyor. Geriye de sihirbazın notu kalıyor.
“Magicians do not exist”
(Bu arada Filmekimi'nde izlediğim filmin, final için oldukça anlamlı olan bu son cümlesi,  “Sihirbazlar Çıkamaz” olarak çevrilmişti. Herhalde exit olarak gördü çevirmen arkadaş, buradan teessüf edelim)

Film hakkında;
Film için 80 animatör çalışmış,
Film 300.000 çizim, 400 plandan oluşuyor,
Filmin bütçesi 130 milyon sterlinmiş.
29 Ekim'de vizyona giriyor
http://www.lillusionniste-lefilm.com/

13 Ekim 2010

Of Gods and Men

1995’de yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği filmi, “Don't Forget You're Going to Die” ile Cannes’de Jüri özel ödülü alan Xavier Beauvois’ın festival kapsamında gösterilen filmi “İnsanlar ve Tanrılar”, Prize of the Ecumenical Jury Ödülü ve Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü’nün yanı sıra, Tim Burton’un başkanlığındaki Cannes Film Festival’inde Grand Prix ile onurlandırıldı.

Hikaye, 1996’da Kuzey Afrika’da dağların zirvesine kurulmuş bir manastırın çevresinde geçiyor. Burada yaşayan sekiz Fransız Trappist* rahip, idabetlerinin yanı sıra civardaki müslüman köy sakinlerine ilaç ve tedavi yardımı işini de üstlenmiş durumda. Bölgenin halkıyla huzur içinde yaşayıp giderlerken Cezayir’deki tansiyon yükseliyor ve radikal İslamcılar şiddetin düzeyini iyice arttırıyor. Bir gece, silahlı militanlar tarafından manastırları basılınca, can güvenlikleri tehlikeye giren rahipler gitmekle kalmak arasında anlaşmazlıklar yaşamaya başlıyor.
Konu, tek bir mum ışığının aydınlattığı masada zaman içinde oylanarak çözülüyor.

Film, hikayesini 1996 yılında Cezayir’de gerçekleşmiş gerçek bir hadiseden alıyor. Yapımcı Etienne Comar bu acı olayı, 10. yıldönümünde film projesi olarak gündeme taşımış. Söylediğine göre rahiplerin arkalarında bıraktıkları notlardan kaçırılışlarına kadar olan süreçte, neden hala Cezayir’de kalmayı istedikleri konusunun irdelenmesi gerektiğine inanmış.
Comar, senaryo taslağını 2008’de filmin yönetmeni Beauvois’a götürmüş. Aynı manastırda görevli iki keşiş ve Franco-Amerikan bir manastır danışmanı ile çalışmışlar. Senaryo, hayatını kaybeden rahiplerin ailelerine gönderilmiş ve hepsinden olumlu yanıt alınmış.

Oyuncular, rollerine adapte olmaları için bir ay profesyonel yardım almışlar ve her bir oyuncu-katolik olmayanlar dail- bir haftasını Tamié Abbey’de geçirmiş. Gerçek bir rahip gibi yaşayıp ilahi okumasını öğrenmişler.

Filmin geçtiği yer ise Fas’ın Tioumliline bölgesindeki 40 senedir hiç kullanılmayan, Benedictine manastırı. Yapım ekibi, mekanın Fas’a ait bir bölge olduğu algısını yenmek için neredeyse yepyeni bir köy kurmuş, ortam, kıyafetlerden tutun bölge bitkilerine kadar, Cezayir’e ve orjinal manastıra benzetilmek için uğraşılmış.

Hayatta kalan rahiplerin Fransa’ya geri dönmeyip, Fas’da başka bir manastırda, bölge halkına yardım etmeyi sürdürdüklerini belirtelim. İnanç ve fanatizmi merkeze alan film için, olmuş bir olayı saptırmadan anlatıyor diyebiliriz ve hatta yönetmen, bazı bölümlerde ülkesi adına özleştiri yapmaktan da çekinmiyor. Amerika’da Ground Zero İslami kültür merkezi tartışmaları manipüle edile dursun, Fransız yönetmenin çıkıp böyle sıra dışı bir konuya el atması güzel. İnançlarını "karşı tarafa etki etmek" için kullanmayan din adamlarının tercih ettikleri hayat biçimlerinin son anları ilgiye değer.



Trappist*: Çok sıkı koşulları olan ve konuşmayı da yasaklayan Katolik mezhebine bağlı rahip

11 Ekim 2010

Somewhere/Başka bir yerde

Ünlü Amerikalı yönetmen Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola'nın üçüncü filmi olan Başka bir yerde, Eylül ayında Venedik Film Festivali'nde büyük ödül Altın Aslan'ı kazanmış bir film. Bayan Coppola’nın (kendisi de ünlü bir babanın kızı olduğundan) çocukluk anılarından esinlendiği filmin başrolünde Blade’in kötü vampiri Stephen Dorff yer alıyor. Dorff, çılgın ama amaçsız bir hayat yaşayan Hollywood yıldızı Johnny Marco’yu canlandırıyor.

Johnny, Los Angeles’da Chateau Marmont Oteli'nin bir odasında yaşamakta olan ortalama şöhretli bir star.
(Süper karizmatik olan bu otel, aynı zamanda sessiz film döneminin efsanesi Greta Garbo’nun yaşadığı, John Belushi ve Helmut Newton’un öldüğü oldukça ünlü bir yer)

Otelde her türlü hizmet mevcut; kat görevlisi Johnny’nin diyetini takip ediyor, bir diğeri istek üzerine Elvis’den ona şarkı söylüyor. Evinde habersiz partiler veriliyor, kadınlarla kolay ilişkiler yaşıyor, yapacak hiç bir şeyi olmadığında ya bir yarış pistinde -fiyakalı arabasıyla- gaza basıyor ya da –evine, aslında şovları pek de harika olmayan!- ikiz striptizcileri çağırıyor. (ve uyuyakalıyor : )

Johhny hayatında bir şeylerin eksik olduğunu biliyor, “bir yere” (somewhere) gitmek istiyor...
Ama nereye onu bilmiyor...

Ta ki eski karısı arayıp, “çocuk yetiştirme” işine biraz ara vermek istediğini söyleyene kadar. 11 yaşındaki kızları Cleo (Elle Fanning) ilk kez uzun süreli olarak onun yanına geliyor. Gerçek bir baba figürü olmayla ilgisi olmayan Johnny -zorunlu da olsa- ilk kez kızıyla baş başa kalıyor, onunla zaman geçirmeye başlıyor, dahası kendi hayat biçimi konusunda da –içinde-bir şeyler değişiyor.

Film, şöhretin getirdiği handikaplarla ilgili bir taşlama olarak özetlenebilir. Coppola, (kendi vekili olan) Cleo’nun gözünden bu hayatın eğlenceli tarafını çocukça anlatırken başka bir tarafta ilişkilerin, aslında ne kadar yüzeysel ve anlamsız olabileceğini gösteriyor. Tabii ki bu film, sıcak bir aile komedisi değil, yani babasının yanına giden küçük kızın her şeyi düzeltmesi ve hep birlikte mutlu olmaları gibi tipik bir anlatı da hız da yok. Hatta bazı yerlerde başrolün içine girdiği sıkıntılı ruh halini direk içinizde hissediyorsunuz. Bazen hiçbir şeyin olmadığı, konuşulmadığı tamamen uzun sessiz kareler filme hakim oluyor. (Yüzünün kalıbı çıkarılan Johnny’nin yaklaştıkça canavara dönüşen görüntüsü) Az kıpırdayan kamera, sizi önce karakterin olduğu mekana, sonra da içinde bulunduğu sıkıntılı ana hapsetme gücünde. (İşte bu noktada gösterimde gördüğüm Nuri Bilge Ceylan’ın filmi beğendiğini düşünmüştüm (: )

Coppola, geç de olsa kendini keşfetmeye karar veren hedonist bir adama, kendince yol gösteriyor. (özellikle yönetmen hanımın da anne olduktan sonraki ilk filmi belirtelim)
Başladığı gibi bitmeyen! bu filmden şahsen anladığım; eğer bir çocuğum olursa, hayatımı nasıl geçireceğim konusunda sapmak istemeyeceğim bir haritam olacağı (:
Sanki “Fazla düşünmeye gerek yok” diyor yönetmen, karışıklıklar ve engeller aklınızı karıştırmasın.
Çocuğunuzun olduğu tarafa gidin.
Cleo's heart is his true home. She is the “somewhere” he needs to get to

8 Ekim 2010

Sammy’nin Maceraları

Geçtiğimiz Çarşamba, işimle ilgili teknik bir aksaklıktan dolayı sabah 5’e kadar bilgisayar başındaydım. Hani yapmaya çalıştığınız şeyle ilgili uğraşırken yorgunluk hissetmezsiniz ama -tam işiniz bittiğinde- aniden bitap düşersiniz ya, benim de aynı bu şekilde oldu (:

Ertesi gün Sammy’nin Maceraları 3D Animasyon/ filminin basın gösterimine gitmek için bir kuvvet kalktım yataktan, zaten animasyonlara bayılırım, bir de gösterimleri kaçırmak istemediğimden erken erken kalktım üç saatlik uykuyla Maçka’ya -sanırım bir gözü kapalı- gittim (: G-Mall sinemasının ikramı olan börek çöreklere yüz vermeden acil sabah kahvesine ulaştım ki zaten saati 10:30 yapmışız, salona buyur edildik. Taktık gözlükleri “Sabah sabah animasyon nasıl gidecek şimdi” düşünceleri beni ele geçirmek üzereyken film başladı. Beşinci dakikada uykum kaçtı keyifle gülmeye başlamıştım bile!

15 Ekim’ de vizyona girecek olan Sammy’nin Maceraları, beyaz perdenin en şirin deniz kaplumbağasının başından geçenler şeklinde özetlenebilir. Sammy adlı dostumuz California’da doğduktan sonra onun gibi yeni doğmuş başka bir yavru kaplumbağa (Shelly) ile karşılaşır. Şans yaver gitmez ve ilk görüşte aşık olduğu Shelly’i hemen kaybeder. Önünde koca bir okyanus, karşılaşılacak nice tehlikeler, yaşanacak yeni bir hayat olan Sammy, doğduğu denizlerden Antartika’ya kadar olan macera dolu bir serüvene başlar.

Aslında film Belçika yapımı, yönetmen Ben Stassen, Meksika’da 6 yaşındaki oğluyla tatildeyken, kumsalda yumurtadan çıkan kaplumbağaların, bölgeye inşa edilen otel nedeniyle denize ulaşamadıklarını fark etmiş, yavrulara yardım eden insanların gösterdikleri sevgiden ve ilgiden etkilenerek bu filmi yapmaya karar vermiş. Daha sonra senaryosunu, bir önceki filmi “Fly Me to the Moon”da da birlikte çalıştığı Domonic Paris’e emanet etmiş.
Filmi izlerken sanki Hollywood yapımı bir film izler gibi hissediyorsunuz. Özellikle cepte, Kayıp Balık Nemo gibi denizaltı dünyasına el atan iyi bir örnek varken, iki filmi karşılaştırmamak mümkün değil. Ama benim kişisel fikrim bu filmin Nemo’dan ayrışabildiği yönünde. Zaten yönetmen CGI teknolojisine epey hakim olduğundan filmin 3D boyutunun da tatminkar hissedildiği bölümler oldukça keyifli.
Konu olarak aşk hikayesinin eklendiği filmin; deniz kirliliğine, hayvanların insanlarla olan olumlu/olumsuz ilişkilerine de temas etmekten geri kalmadığını da belirtelim.
(Son olarak, karakter favorimin Fluffy olduğunu da söylemezsem içimde kalır.)

Filmin web sitesi: http://www.samy-lefilm.com/

Not: Film Afrika’da(Johannesburg) 4D oynuyormuş. Hidrolik koltuklarda, ileri giderek, suda sallanarak, zaman ayarlı su, rüzgar ve sıcaklık değişimlerinin hissedildiği bir film izlemek de epey eğlenceli olabilir-di  ):
(Misal Mart ayında da Kore’de Avatar 4D gösterilmişti, onları da pek kıskanmıştım.)



6 Ekim 2010

Centilmen (The American)

Filme İsveç’in karlı dağlarında başladık, sonra sıcacık dar sokaklarla dolu, sarı renkli bir kasabaya gittik. Bu filmle ilgili en büyük merakım, şüphesiz yönetmen Anton Corbijn’in ne yapacağı idi... Sessiz sakin kareler bekliyordum, durağanlık bekliyordum. Eh, aradığımı görsel olarak buldum denebilir. Aslında Hollandalı bir fotoğrafçı olan Corbijn, son 30 senedir sayısız klibi ile de epey ün salmış durumda. 1980’de Joy Division grubunun solisti Ian Curtis’in intiharı üzerine, merhumun eşi Deborah’ın anılarından yola çıkarak, görsel yetisine işaret eden ilk filmini yapmıştı.(Control) İlk denemesi olmasına rağmen oldukça etkileyici bulunan film Cannes’dan da ödüllerle döndü. Ian gibi bir karakterden kolayca Rock’n Roll filmi yapabilecekken, güzel bir drama çıkaran Corbijn’i bu ikinci filmi çekmeye ne sürükledi bilemiyorum. Son yıllarını gerilim romanları okuyarak geçiren yönetmenin filmi, konu olarak baktığınızda, manen çöküş içinde olan bir adamın, alışılmadık bir atmosferde yaşadıklarını konu alıyor. Film, iyi çekilmiş konu olarak –bana-vasat gelse de, güzel bir film. Hani baştan sona ilgiyle takip ettiren cinsten değil (Mesela yeni vizyona girecek Stone öyle bir film)

Biraz konudan bahsetmek gerekirse,
Suikast planlarının ve saklanmaların arasında yalnız bir hayat geçiren Jack, silah yapma ve adam öldürme konusunda oldukça hünerli bir adamdır. İsveç’deki son görevi umduğundan biraz daha sert sonuçlanınca, karanlık işvereni Larry’e alacağı işin “son görevi” olacağını haber verir ve -emekliliğini deneme- süresinde İtalya’da küçük bir kasabada saklanmaya başlar. Bu süreçte daracık sokaklarla, giderek ölümden uzaklaşan Jack, kasabanın rahibi Benedetto ile arkadaşlık kurar. (Tabii ki her kiralık katil gibi o da Tanrı’yı kaybetmiştir)

Filmde araya sıkıştırılmış gibi duran, ama bir yandan da tam onun üzerine konumlandırılmış gibi görünen bir de aşk hikayesi var. Jack, kasabalı bir fahişe Clara ile romantik bir ilişkiye girer. Ona olan ilgisi dikkatini dağıtmakta ve konumunu tehlikeye ataktadır. Bu romantik oyunlar devam ederken yeni görev gelir: Belçikalı bir kadın, Mathilde, ondan uzun menzilli özel bir silah yapmasını ister.

Clooney’in -biraz da aynı roller mi denk geliyor artık bilemiyorum ama- her yeni filminde, bir öncekindeki karakteri görmeye başladım. Michael Clayton (Avukat) olsun, Ryan Bingham (Aklı Havada) olsun ya da bu son Jack (Centilmen), hep yalnız, tek başına, çevresiyle pek ilişki kuramayan tipler. Tamam hani hepsi katil değil ama pek özenilecek bir yaşam tarzları da yok. Umarız yeni filminde bu tiplemeden tamamen uzaklaşır.

Son söz olarak, Amerikalı; diyaloglar veya akıcı bir kurgu üzerine kurulmuş bir film değil. Bunalımlı bir modda, gerilimli piyano tınısı eşliğinde akıyor, bu atmosfer, bir tesadüf değil tabii ki, Corbijn’in içinde olmamızı istediği nokta. Bir başka tasarlanan sonuç da filmin sonuyla ilgili. Jack’in akıbetini buradan söylemeyelim, zaten sizi çok da ilgilendirmeyecek diyebilirim zira yönetmen bize Jack’in(adı o ise eğer) nereden geldiğini, gerçekte kim olduğunu anlatmıyor. Haliyle film boyunca ona olanlar size pek koymuyor.
Her şey bir yana, film bittiğinde bir saat boyunca yemek yemişsiniz ama bir türlü doymamışsınız gibi bir his kalıyor damağınızda.