7 Mart 2012

Zenne

M.Caner Alper ve Mehmet Binay’ın ilk uzun metraj filmi olan Zenne, iki yönetmenin 2007 yılında zenneler üzerine yapmayı düşündükleri belgesel projesiydi; aynı yıl, yakın arkadaşları Ahmet Yıldız’ın, eşcinsel olduğunu açıkladığı babası tarafından öldürülmesiyle proje üzücü bir motivasyonla hız kazanmış oldu. Bu anlamda senaryosu gerçek öykü ve kişilerden esinlenilerek M. Caner Alper tarafından kaleme alınan “Zenne”; muhafazakar bir ailenin çocuğu olan Ahmet, (Erkan Avcı) İstanbul’un dans kulüplerinde zennelik yapan Can (Kerem Can) ile Alman fotoğrafçı Daniel’in (Giovanni Arvaneh’nin) kesişen yollarını hikaye ediyor.
Birbirinden tamamen bağımsız insanların dostluğa dönüşen hikayesi etrafında dolanan Zenne; eşcinsellik ve töre cinayetleri gibi konulara girmeyi deniyor. Bunları anlatırken işin oluşum aşamasına bakmayı atlamıyor ve bizi muhafazakâr bir ailenin içyapısına bakmaya davet ediyor. Kendini farklı hisseden bir çocuğun üzerinde nasıl bir baskı ve korku yaratıldığına şahit oluyoruz. Bu anlamda bazı eksiklikler göze çarpsa da, filmin belirli bir farkındalık yaratmayı başaran ilk iyi örnekler arasında yerini aldığını söyleyebiliriz.

Zenne’ye getirebileceğim en büyük eleştiri; belgesel projesinin içine başka bir kaç hikayenin yedirildiğinin belli olması olabilir. Bu durum Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerinden alışageldiğimiz “her konuya değinme, her soruna temas etme”  kaygısından kaynaklanıyor olabilir.
Ya da Alper ve Binay’ın dediği gibi içerik zenginliği…

Açıkçası, Zenne belgeseli yapmak için çıkılan yola, bir töre cinayeti bir de Afganistan geçmişi olan bir Alman fotoğrafçı eklenince ortalık biraz karışmış gibi geldi bana. Kararı size bırakıyorum.

Oyunculuklara gelince, onlar da maalesef iyi ve kötü olarak net bir şekilde ayrılıyor.
Ahmet’i canlandıran Erkan Avcı, iyi iş çıkarıyor. Sevgilisi Daniel rolündeki Alman oyuncu ise bir o kadar tutuk. Ahmet’in annesi Rüçhan Çalışkur rahatsız edecek kadar teatral. Can’a hayat veren Kerem Can, üzerinde en çok uğraş verilen isim olduğunu belli ediyor. (Almanya’da modern dans topluluğu Pina Bausch koreograflarından Daphnis Kokkinos, Türkiye’de ise Beril Şenöz ve Burçin Orhon’la filmin dans sahneleri üzerinde 7 ay çalışmış) Can’ın annesi Tilbe Saran, askerden sorunlu dönen büyük oğlu Cihan’a hayat veren Tolga Tekin adeta film içinde başka bir filmde oynuyorlarmış gibi- oldukça başarılılar.  Can’ın teyzesini canlandıran Jale Arıkan, sert görünüşlü ama iyi kalpli sevgilisi Erdal Yıldız yine iyilerden.

Özetle Zenne, iyi niyetle ortaya çıkmış bir başlangıç filmi.
Eşcinsel bir yaşam sürmenin zorlukları, askere alınma süreci (kadın gibi giyinme makyaj yapma zorunluluğu, cinsel ilişki sırasında pasif olduklarını yüzleri görülecek şekilde fotoğraf ve ya video ile belgeleme zorunluluğu) Eşcinselliğin, topluma katılmadan daha aile içinde kabul görememesi, toplumun bu konuya bakışındaki ikiyüzlülüğün deşifre edilmesi, tüm bunlar anlatmaya değer konular…
Umalım ki Zenne’nin açtığı kapıdan nice protest filmler gelsin, gelsin ki bu konuyu görmezden gelen tek bir politika-fikir üretemeyen, kendi vatandaşını korumaktan aciz devletimiz derin uykusundan uyansın.

8 Şubat 2012

The Skin I Live In

"İçinde Yaşadığım Deri" için, Pedro Almodovar’ın en karanlık filmi dersek herhalde yanlış olmaz. Orijinal hikayesi Thierry Jonquet’in “Tarantula” adlı romanına dayanan filmin senaryosunu yazmak yönetmenin tam on senesine mal olmuş. Kitapta, sosyete eğlencelerinde boy gösteren Mösyö Lefargue’un beraber olduğu güzel kadın Eve ile olan inişli çıkışlı ilişkisi anlatılırken film, hikayeyle biraz oynuyor ve sanki bu ilişkinin başlangıcına gidiyor.

Filmde, estetik cerrah Dr. Robert Ledgard (Antonio Banderas) eşinin araba kazasında aldığı korkunç yanıkları tedavi etme amacıyla canla başla suni bir deri üzerinde çalışmakta. Ancak bu süreç henüz tamamlanmadan eşi yüzünün vahametini görüp intihar ediyor. Annesinin ölümüne şahit olan Norma ise uzun süre depresyonda kalıyor ve aile hafiften dağılıyor.
Seneler sonra Norma, klinik tedavisi sona ermiş kendini toparlamış genç bir kız olarak çıkıyor karışımıza. Ne var ki bir gün -babasının gözetimindeyken- tekrar psikolojisini bozacak bir olay yaşıyor.

Bu noktadan sonra, kızını eski haline dönmesini kaldıramayan Dr.Ledgard, sadece doktorluk değil insanlık sınırlarını da zorlayacak, kendini evine kurduğu laboratuvarına kapatacaktır.
Saplantılı ve sınır tanımadan yaptığı çalışmalar sayesinde gerçekten de insan-domuz kanı karışımı suni bir deri yatacak ve bunu da gerçek insanlar üzerinde denemeye kalkışacaktır.

Almodovar’ın “Çığlık ve dehşet içermeyen bir korku filmi” diye tarif ettiği film, gerçekten sizi sadece tedirgin etmekle kalan bir gerilim. Ne bir aksiyon ne bir dramatik oyunculuk var, hatta oyunculuk bazen tepkisizlik sınırında. Filmin konusu o kadar uçlarda ki belki de bu nedenle böyle yalın bir anlatım söz konusu. Başka bir yönetmenin elinde heder olma ihtimali yüksek olan bu konu olabilecek en dengeli şekilde anlatılmış.

Yönetmenle 20 yıl sonra bir araya gelen Banderas, Frankeştayn olduğunun farkında olmayan doktor rolünde bir hayli başarılı. Elena Anaya filmi sırtlayan büyük rolün altından hiç sırıtmadan kalkabilmiş yeni bir keşif. Bu ikili filmin tüm tansiyonundan sorumlu.

Özenle iç ipucu vermeden anlatmaya çalıştığım filmi, bir iki hafta evvel, sinema kuyruğunda bir bayan sormuştu, cevabıma göre film için bilet alacaktı. İşte bu film, kısaca konusu anlatılabilen, kayıtsızca önerilebilecek bir film sayılmaz. Bayana da dediğim gibi;
“Neşelenmek için başka bir film tercih edilebilir.”
Ha en sevdiğiniz filmler listesinde "Old Boy" ilk beşteyse o ayrı.