8 Nisan 2011

“Kim olarak kaybetmenin pek bir önemi yok, niye kaybettiğini sor…”


Kaybedenler Kulübü, özetle 1994 yılında Kent FM'de haftanın 3 günü, resmi olarak 22:00’de, gerçekte ise Kaan Çaydamlı ve Mete Özşener’in arzu ettikleri bir saatte başlayan, keyfe keder bir radyo programının (aslında neden 7 sene sürüp bir fenomene dönüştüğünün) hikayesi.  

Filmin konusu şöyle;
‘Asla okunmayacak’ kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de barı olan, plak ve efemera koleksiyoncusu  Mete (Yiğit Özşener), Kent FM’de  “kendi aralarında konuşuyorlarmış”  gibi bir radyo programı yapmaktadırlar. Programdan maddi manevi bir beklentileri olmadığı gibi aslında programın belli bir konsepti de yoktur. Arayan kadınlara “Sizinle yatmış mıydık?" diye sormaları, programda bazen susup oturmaları, yayında küfretmeleri, içki içmeleri, yalnızlık, din, ölüm, seks gibi konular hakkında konuşmaları, 90’ların yaygın rekabetçi kazanma kültüründe- var olmayan- samimiyeti getirdiğinden olsa gerek, programı bir anda popülerleştirir.

Şöhretin getirdiği maddi getirileri ellerinin tersiyle iten ikili, manevi getirilerini ise geri çevirmezler. (İkili mütemadiyen kadınlarla geçici ilişkiler yaşamaktadır.)  Bu şekilde geçen çok eşli bir sürecin ardından
Kaan’ın kalbi mimar Zeynep’e(Ahu Türkpençe) takılır ve ikisi de bu aşkı -hayata bakış farklılıklarına karşı- sürdürmeye çalışırlar.

Filmin başrollerinde; Nejat İşler ve Yiğit Özşener, oldukça başarılılar. Ahu Türkpençe, sonunda süregelen ağırbaşlı-cici kız formatının dışına çıkarak oyunculuk çizgisini bir üst basamağa taşımış. Serra Yılmaz, Mete’nin güçlü aristokrat annesi rolünde gayet başarılı. Bunlar dışında diğer genç kadın oyuncuların oyunlarını ise pek beğenmedim. Lafları anlaşılmadığından, konuşmaları altyazı geçen Murat karakteri muhteşem. (yazı karakteri hiç olmamış olmasa da) Kaan’ın zorunlu ev arkadaşı rolünü üstlenen Rıza Kocaoğlu, nedense her filme konan ‘esas adamın komik arkadaşı’ olarak filmde de bulunuyor ve filmin dramatik yanını hafifletmek suretiyle üzerine düşeni yapıyor. (kız arkadaşı için aynı şeyi söyleyemeyiz)

Tolga Örnek, filminde söylenmesi bile zor olan konuların üzerine cesaretle gidebilen, yalnızlık, din, ölüm gibi konuları tartışmaya açan, toplumda köşede kalmış bireylere -bir şekilde-  ulaşabilmeyi başarmış ve nihayetinde de kitlelere yayılmış bu iki radyocunun unutulan programını tekrar hatırlatmayı amaçlamış görünüyor.

Filmin eleştiri getirebilecek tek yönü, yönetmenin filmi biraz erkek gözlüğüyle çekmiş olması olabilir. Hikaye belki de bunu gerektiriyordu ancak ibreyi az biraz daha ortalasaymış, daha iyi olurmuş gibime geliyor.

Neler eksik, Neler tam?
Filmi 2011 senesinden ayıran hiçbir şey yok. Programın 94 senesinde olduğunu bilmesek izlerken fark edebilir miydik bilemiyorum. Ne kıyafetler, ne o ruh… 90'lar Türkiye'si olmadığı gibi filmde köprünün -bugünkü ışıklandırılmış- hali dahil, pek çok güncel manzara filmin hızlı geçen İstanbul karelerinde mevcut. Ülkemize 2005 de giren Ikea çarşafları, 2002’de kurulan GFB grafitiler filmin fonunda dikkatten kaçmayan detaylar.

Özellikle Kaan’ın (Nejat İşler) alıntılar yaptığı kitaplar, şairler, felsefi konuşmalar, içi dolu muhabbetler, hep ‘erkeklere atfedilen’ bir derinlik. Kadınlara ise “sizinle yattık mı?” “ilk açılışı ne zaman yaptınız?” pompaya gidelim, pompadan gelelim… cümleleri kalıyor. Bu iki radyocunun  -eğer öyle ise - toplumla olan zıtlıkları, yalnızlıkları, derinlikleri, bulundukları hali ruhiye anlaşılmıyor. Neden kendilerini kaybeden olarak konumlandırdıklarını bilemiyoruz. Neden kadınlarla doğru iletişim kuramıyorlar. Bilemiyoruz. Akıllarda, adlarını bile bilmedikleri kadınlarla düşüp kalkan, bir yandan toplumun ‘yalnızlarını’ kucaklarken bir yandan da kadınlara karşı süper saygısız tutum sergileyen halleri kalıyor. Bu nedenle de - muhtemelen programın hitap ettiği insan katmanını simgeleyen - başörtülü kızın, radyo programını güle eğlene dinlemesi inandırıcı gelmiyor. Kaan karakteri, zaman zaman yönetmenin elinde anti hero olmak adına seyircinin empatisini yitiriyor, gerçekten aşık olduğu Zeynep’e olan samimi duyguları bile onu kurtarmıyor.

Sözün özüne gelince,
Bu iki radyocunun yaptığı, 90’ların tatsız ruh halinde bir ezber bozarak ülkeye samimiyeti hatırlatmaktı. Her ne olurlarsa olsun, herkesin özlediği dürüstlüğü ve cesareti canlı yayında yanı başımıza getirdiler. Kimse yedi senelik - karşılıklı-  paylaşımı başka türlü açıklayamaz.
Dönem dayatmasına uyup “En iyisi şunun gibi olmak” ya da
“bizim gibi olmak” değil,
 “kendileri gibi” olmakta direttiler.
Benim gibi kadın erkek arasındaki saygıyı yek tutan birini, bu akılları pompada olan iki beyefendiyle aynı frekansta buluşturan dalga boyu da budur.

Kaybedenler Kulübü, başka bir yönetmenin elinde kolaylıkla kadın düşkünü iki radyocunun hayat kesiti gibi algılanabilecekken, başrollerdeki isabet ve diyalogların iyi yazılması sonucu derli toplu bir film olarak değer kazanıyor. Konusu edilen karakterlerin öyküsü sizi sarar sarmaz ayrı konu ama Tolga Örnek seyircisini -dikkatiyle birlikte- filminde tutmayı başarıyor. Uzun zamandır ilk kez bir yerli filmde, diyalogların ve sahnelerin bütünlüğünün keyfine varabildim. Müzikler de cilası oldu. 

Filmde yer alan şarkılar, ‘Kaybedenler Kulübü’nün orijinal playlist’inden seçilmiş.
Ferdi Özbeğen’den, Moody Blues’a Mazhar Fuat Özkan’dan, Asu Maralman ve Otis Redding’e uzanan müzikler bir harika. Çıktığında filmin sountrack’ini kaçırmayın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder