31 Ocak 2010

Up in the Air

2005'de çok beğenerek izlediğim "Sigara İçtiğiniz İçin Teşekkürler" filmi ile tanıştığım Jason Reitman’ın yeni filmi "Aklı Havada" gösterime girdi. İlk filminin Altın Küre'ye aday gösterilmesinin ardından 2007’de çektiği "Juno" filmiyle de epey sükse yapmış, film 4 dalda oskara aday gösterilmiş, "Yılın En İyi Özgün Film Senaryosu” ödülünü almıştı.

Reitman’ın senaryosunu da kendisinin yazdığı yeni filmi Aklı Havada, Walter Kirn’in romanından uyarlanmış bir hikaye.

Konusu, George Clooney (Ryan Bingham) şirket şirket dolaşıp insanlara işlerini kaybettiklerini söyleyip, bundan sonraki hayatlarına nasıl yön vermeleri gerektiği konusunda alternatiflerini anlatmakla görevli biri. İşi gereği sürekli olarak uçak seyahati yapan Bingham, onu ailesinden uzaklaştıran, düzenli bir ilişki kurmasına engel olan kariyerine pekiyi adapte olmuş bir görüntü çiziyor. Bağlanmayı, ilişkileri gereksiz bulmuş, kendisi gibi devamlı yolculuk yapan bağımsız kadın (Vera Farmiga) ile sorunsuz devam eden ilişkisinden memnun biri. Hayattaki tek gayesi avantajlı uçuş kartlarıyla on milyon mile ulaşmak.

Derken şirketinin seyahat bütçesini küçültmesi üzerine Ryan Bingham kendini hiç beklenmedik bir durum içinde buluyor. Tabi film bu noktada çaktırmadan, işyerlerindeki “işten çıkarılma şeklindeki” saygısızlığı ve ekonomik krizin etkilerini iç içe pek güzel bir şekilde vermeyi başarıyor. Masanın diğer tarafında, işten çıkarıldıkları söylenen insanları görüyoruz. Ağlayan, sinirlenen, şaşırıp kalan, bunu hak etmediğini düşünen, çocuklarının fotoğrafını gösteren, ne yapacağını bilmeyen, ne hata yaptıklarını soran pek çok yüz görüyoruz.

Sonuç olarak Aklı Havada izlemesi rahat, yer yer komik, yer yer düşündürücü, ama düşündürürken de yüzeysel bir his vermeyen bir film. Sıkılmadan seyredebileceğiniz, özellikle de kendi kategorisindeki filmlere göre vasat bir son ile bitmeyen bir güzel film.

16 Ocak 2010

Sherlock Holmes


Özellikle Swept Away, RocknRola gibi filmlerle bir süredir kariyerini baltalayan Guy Ritchie, Holywood yapımcılarını arkasına aldığı yeni projesi Sherlock Holmes ile bir kez daha seyircisinin karşısında…

Ben gönlümü Hercule Poirot’a kaptırmış olsam da :) Holmes, dedektif kahramanlar içerisinde belki de en meşhur ve en çok sevilenidir.

Kendisi de Dr. olan Arthur Conan Doyle'un elinden 1854’de doğan bu asosyal detektifin ilk hikâyesi olan “Kızıl Soruşturma” 1887 yılında gazetelerde basılınca popülerleşmiş ve arkası gelmiş. İlk kez 1905 de sessiz ve renksiz sinemada kısa bir filmle başlamış olan Sherlock Holmes uyarlamaları, sadece sinemada değil tiyatro, radyo ve televizyonda da tüketilmiştir.
Ana karakterimiz olan Holmes, (Robert Downey Jr) olayları gözlemleyerek çözmesi ile ünlüdür. Olay etrafında var olan tüm eşyalar onun için delil, ipucu olabilir… Kan damlasından, el yazısından, ayak izinden, sigara izmaritinden yola çıkarak sonuca ulaşabilir. Holmes, karakter olarak bohem, kendini odasına kapatıp keman çalan, tıbbi ve biyolojik deneylerle uğraşan, çok iyi eskrim yapan, işiyle ilgili olmayan hiçbir konuya ilgi duymayan, havadan sudan bile konuşmayı beceremeyen bir adamdır, hatta tek arkadaşı olan Dr.Watson’a, "Dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi saklı tutayım ki" gibi hiper pozitivist bir cümle kurabilmiştir.

Tabi kafamızda canlanan Holmes’u, filmde biraz daha modernize olmuş olarak izliyoruz, Hollywood’sal komedi unsurlarının dışında “yuvarlak şapka-uzun pipo”su bile değişmiş. Bir başka değişiklik de Dr. Watson’un duruşunda. Dr.Watson hikayede çok değerli bir karakter malum, (hatta bir ara Doyle öykülerden Dr.u çıkarmış ama aldığı tepkiyle geri adım atmıştı.) yazarın okuyucuya anlatmak istedikleri onun Holmes'e sorduğu sorular sayesinde ortaya çıkıyordu. (Biraz Hercule Poirot ve Hastings ilişkisi) Ancak filmde Dr., Jude Law’un -başarılı oyunculuğu ile- fazla karizmatik olmuş.

Irene Adler, Holmes serisinde sadece bir öyküde “Bohemya’da Skandal”'de ortaya çıkar, Sherlock’u tuzağa düşürür ve haliyle ilgisini çekmeyi başarır… Bir öyküsünde nişanlanan onun da sonunu getiremeyen Holmes, yine öykülerden birisinde, ilişkiye bakış açısını, kadınları “sorunları varken ilginç bulduğunu” söyleyerek belli etmişti.
Filmde Holmes’ün hikayelerindeki ünlü kötü Moriarty (hatta Holmes’i öldürecek) sadece silüet olarak kalırken, yerini Lord Blackwood alıyor. Hatta sinema dergisinden okuduğum kadarıyla Moriarty’yi canlandıracak oyuncunun Brad Pitt olduğu dedikodusu yayılmış durumda ancak şimdilik Warner Bross bunu yalanlamış.

Aslına bakarsanız Guy Ritchie, sinemaya dönmek için kendine iyi bir konu seçmiş, bunu biraz daha İngilizvari yapabilseymiş (Lock stock and two smoking barrels’daki gibi), gerçekten film kusursuz olacakmış. Tabi bu tip modern uyarlamaların ABD'li yapımcı desteği(kösteği) ile biraz daha aksiyon haline gelmesi kaçınılmaz. Sonuç kötü mü, değil. Ben filmde çok eğlendim. Ama yine de filmi, Sherlok Holmes’u okumayanların daha çok seveceğinden eminim. Çünkü okurlar/hayranlar kafasında canlananın -çok dışında- bir şey görmeye bazen alışamayabiliyor.
(Dr. Watson-Holmes diyalogları, o meşhur silindir şapkalı asık suratlı adam)

1905 den bugüne 70’den fazla oyuncunun 200’den fazla filmde Holmes ve Watson’ı canlandırdığı düşünülürse bu karakteri bir 10 sene zarfında tekrar sinema salonlarında göreceğiz gibi geliyor, bu modernize olan bir versiyon, bence görülmeye değer.


EK: Aslında varolmayan bu detektifin kitaplarda her zaman adresi olarak gösterilen ve bugün müze olan evi İngiltere'de Baker Sokak 221B'de, Londra’ya yolu düşenler uğrasın :)


5 Ocak 2010

Soul Kitchen

Müjde!

Fatih Akın’ın yeni filmi “Soul Kitchen” gösterime girdi.)

Herhalde 2010’a daha keyifle başlayamazdım.. Bol bol güldüm, güzel müzik dinledim, eğlendim. Ülkemizde Almanya’ya oranla aman aman duyurulmasa da severlerinin yakın markajında olan Akın’ın yeni filmi hakkında pek çok şey okumuştum. Girdiği festivallerden eli boş dönmediğini biliyorum.

51. Lübeck Kuzey Ülkeleri Film Festivali'nde senaryo kategorisinde "Kuzey Almanya Film Ödülü",

17. Uluslararası Hamburg Film Festivali'nde "Art Cinema" ödülü ve 66.Venedik Film Festivali'nde "Jüri Özel Ödülü" kazandı, darısı Toronto Film Festivali’nin başına…
Bu defa Akın, senaryoyu başrol oyuncusu Adam Bousdoukos ile beraber yazmış. Bu arada Almanya’da bu filmin senaryosunun “Hotel Monopol” adlı bir romandan çalındığı iddiaları da gazetelere düşmüştü ama sonra Akın’ın yapım şirketi Corazon iddiaların doğru olmadığını söyledi ve Hamburg Eyalet Mahkemesi’nden de aldığı destekle, yazarın söz konusu suçlamayı tekrar etmesinin yasakladı.
Öyküsüne gelirsek;

Film, fast food’dan hallice yemekleri, değişik müzikleri ile kendi çapında lokantasını işletmeye çalışan Yunan kökenli Zinos’u merkeze alıyor. Kız arkadaşı Nadine, iş nedeniyle Şanghay’a gitmeye karar verince, Zinos çok emek verdiği işletmesini devredip onun yanına gitmeye karar veriyor, ama başına dert olan hırsız kardeşi Illias ve restorana gelip tüm menüyle birlikte oranın “ruhunu” da değiştiren -azıcık kaçık- yeni şef Shayn arasında koşuşturup durduğu için Çin yolculuğu biraz gecikiyor.

“Soul Kitchen” genel olarak çok eğlenceli bir film, karakterlerin hepsi çok sempatik, Yunan olduklarından herhalde çok “tanıdık”lar. Tabi konu itibariyle baştan tahmin ettiğimiz birkaç şey yok mu filmde? Var. Restoranın nispeten toparlanacağı, problem kardeşin bir sıkıntı çıkaracağı kesin :) ama Akın birşeyi klişe kullanacaksa bile ya mekanı ya karakterleri özgünleştirerek/zenginleştirerek filme enerjisini katmayı çok iyi başarıyor.
Tabiki Duvara Karşı’yla karşılaştırdığızda biraz hız kesen bir film ama yine de kendi kategorisinde seyircisine vadettiği gibi hoşça vakti yerli yerinde veriyor.

Artık mesleki algımdan mıdır bilemem ama minik bir önerim olacak, film bittikten sonra yerinizden hemen kalkmayın ve 5 dakikalık kuyruk jeneriğini izleyin. Gerçekten tüm ekibin tanıtımı, çok güzel bir görsellikte verilmiş. Güzel müzikler eşliğinde zevkle izleyebilirsiniz.

Hatta yakalayabilirseniz komik espriler de var..

4 Ocak 2010

Gecenin Kanatları


Gecenin Kanatları, aniden yönetmen olmasına alışamadığım, ama bir şekilde kendine hayran kitlesi oluşturan Mahsun Kırmızıgül’ün senaryosunu Ahmet Küçükkayalı ile birlikte yazdığı yeni filmi. Her ne kadar yönetmen koltuğunda Serdar Akar görünse de sanırım filmi bu şekilde görmek istemiyorum .)

Film, 12 Eylül darbesinden sonra, anne ve babası kurmaca bir polis baskınında gözleri önünde öldürülen Gece’nin erişkin hayatının kısa bir periodunu anlatıyor. Bir intihar bombacısı olmaya karar veren kızımız Gece, (ki Beren Saat bu rol için çok masum kalmış) kaldığı apartmanda çalışan Yusuf’la tanıştıktan sonra aşkı ile görevinin arasında kalıyor.

Gecenin Kanatları, 12 Eylül dönemindeki olaylardan biri ile başlıyor. Hepimizin aşina olduğu görüntüler, inandıkları uğruna katledilen bir aile, buna şahit olan kızları .. Sahne burada kararıyor ve geri döndüğümüzde küçük kız büyümüş, intihar bombacısı olmaya karar vermiş. Bu denli radikalleşen büyüme sürecini göremiyoruz, onu pek anlayamıyoruz.

Gece, senaryo gereği, ailesi haksız yere öldürüldüğü halde yaşadığı bu trajediyi basit bir öc alma meselesine indirgemiş “masum insanları hedef alan” bir eylem hazırlığında.. İşin kötüsü de bu eylemi planlayan terör örgütü militanları da Deniz Gezmiş’in takipçileri gibi lanse ediliyor.

Film genel olarak, ne yazık ki her iki hikayede de seyircisini ikna etmekten çok uzakta. Sol düşünceye dair her hangi bir şeyi tartışmadığı gibi zaten konuyla ilgli "bir fikri" de yok. Ne intihar bombacısının hayatta olduğu o çözümsüz nokta ne de yaşadığı o uyduruk aşk inandırıcı. Filmin aşk hikayesi o kadar hızlı ve içi boş gelişiyor ki seyrederken bir şey kaçırmış gibi hissediyorsunuz.
Senaryo ve dialoglar o kadar zayıf ki oyunculuklara girmek oyunculara haksızlık olur..

Sonuç olarak film çekmeye bir hayli ilgisi artan Mahsun Kırmızıgül’ün bu filmi neden yönetmediği konusundaki sorular hala kafamı kurcalarken bir yandan da Türkiye’nin kanayan yaralarına artık başka biri el atsa diye de dua ediyorum.