21 Nisan 2010

Gainsbourg

İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Bölümü’nde gösterilen Gainsbourg, (ki kazanması pek muhtemel) Fransız şarkıcı Serge Gainsbourg’un Nazi işgalindeki Paris’te geçen çocukluğundan ölümüne kadar olan hareketli yaşam öyküsünü konu alıyor.

Filmde, hayatı boyunca protesto edilen, yasaklanan, skandallara karışan marjinal söz yazarıyla, ressam olmak isteyen çok bilmiş bir veletken tanışıyoruz ve koca burunlu bir ikona evrilene kadar olan tüm hayatına şahit oluyoruz.
Aslen çizer olan yönetmen Joann Sfar, kendi çizgi romanından uyarlanmış karakterler kullanmış filmde. Bu tipler, kendini ergenlik dönemi boyunca(belki de hayatı boyunca)çok çirkin bulan Serge’i her yerde takip eden hayali arkadaşlar. Gainsburg, çocukluğunda kendi büyük yüzünden yola çıkarak dört kollu kocaman bir kafa ile, erişkinlik yıllarında ise, kepçe kulaklı, zamanla yol göstericiye dönüşen sıska bir versiyonuyla mücadele eder durur. Annesinin “Şu kulaklarını düzelttirmedin...” sözleri, bu çirkinlik konusunun aile içinde bile “mesele” olduğunun kanıtı gibidir.

Ne var ki tipi ile ilgili bu takıntısı hayatı boyunca birbirinden güzel kadınlarla dilden dile konuşulan aşklar yaşamasına engel olmamış. Brigitte Bardot(Laetitia Casta) ve Jane Birkin’le (Lucy Gordon) ile beraberlikleri filmde de anlatıldığı üzere hem üretken hem de popüler olmuş.

Başta Eric Elmosnino olmak üzere tüm oyuncuların çok iyi iş çıkardıklarını da ekleyelim. Bu arada (filmin de ithaf edildiği) geçen yaz intihar eden Lucy Gordon’ın hem kendisi hem Jane Birkin olarak, güzelliğiyle hafızlarda uzun süre kalacağını, ölümünün beklenmeyen bir hüzün bıraktığını da söylemeliyim.

Joann Sfar, sınır tanımaz, hiçbir şeyi ya da kimseyi umursamadan hayatını kendi istediği gibi tüketmiş, bazılarına “göre” dahi, bazılarına göre “fazla marjinal” Serge Gainsbourg’u bize “hayran” kontenjanından anlatmış ve bunu yaparken kalemini sadece senaryoda değil karakterlerde de kullanıp filmi tek düzelikten kurtarmış. Özellikle film boyu süren şarkılar da sanatçının hayranlarını memnun edecektir.
Joann Sfar’ın blogu
http://www.toujoursverslouest.org/joannsfar/
Filmin sitesi
http://www.gainsbourg-lefilm.com/
Je t’aime… moi non plus
http://themusicsover.wordpress.com/2010/03/02/serge-gainsbourg
I Love You… Nor Do I
http://www.youtube.com/watch?v=YbHuOgzKl5c

18 Nisan 2010

Ayrılık

Feo Aladağ’ın yönetmenliğini ve senaryosunu üstlendiği Türkçe’ye “Ayrılık” olarak çevrilen ilk filmi, Alman Film Ödülü “Lola” için bu yıl 6 dalda aday gösterildi. "Die Fremde", Almanya'daki Türk diasporasının içinde barındırdığı çözümsüzlüklere işaret eden yılın önemli filmlerinden biri olmaya aday.

Türk asıllı, Almanya doğumlu Umay,(Sibel Kekilli) beş yaşındaki oğlu ile birlikte, şiddet gördüğü kocasını Kayseri'de bırakarak Berlin'e ailesinin yanına sığınıyor. Ancak ailesi, toplumsal değerlerle kızları arasında kalıyor ve Umay, ihtiyacı olan desteği alamadığı gibi oğlunu Türkiye’ye, kocasına göndermeye zorlanıyor. Bir süre sonra kendine yeni bir hayat kurmak için gerekli gücü bulacak ancak hesap etmediği şey bu mücadelenin ne kadar tehlikeli olacağıdır.

Filmin yönetmeni, Almanya’daki Türk asıllı yönetmenlerden Züli Aladağ’ın eşi Feo Aladağ, filminde iyi bir konu ve başarılı oyuncularla çalışmış. Alman Film Akademisi tarafından açıklanan aday listesine göre “Yabancı”, en iyi film, en iyi senaryo ve en iyi yönetmen dallarında aday gösterilirken, filmde oynayan Kekilli de en iyi kadın oyuncu, Settar Tanrıöğen en iyi yardımcı oyuncu dallarında aday oldu.

Bence filmin, kadınlar için büyük bir sorunu dile getirme çabası takdir edilmeli özellikle de Avusturyalı bir bayan yönetmenin elinden çıkıyorsa.
Ben genel olarak filmi beğenmekle beraber birkaç sahnede Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmini hatırlar gibi oldum (özellikle Kekilli’den kaynaklanan bir durum olabilir) Mekan itibariyle benzeşen bu iki film aslında konu olarak çok farklı.
Açıkçası Umay’ın çizdiği isyankarlığa varan tavır, “aslında sevecen, iyi bir babanın” vermek zorunda olduğu bir takım kararlar (filmin sonu) biraz tutarsız göründü. Özellikle de (sonları beğenmemle ünlüyümdür) fimin sonunu hiç beğenmediğimi, duygulanmam gerekirken aksine ilgimin dağıldığını söylemeliyim. Diyeceğim o ki, elbette mutlu ve ya mutsuz son yönetmenin tasarrufuna kalıyor ama dramaya drama kattığınız zaman bende şöyle bir soru oluşuyor. Film yeterince etkileyici değil miydi ki böyle bir son buldu? Son 5 dakikayı çıkardığımızda aynı etkiyi yakalıyor mu? Tartışılır.

7 Nisan 2010

Triage

"Yalnız ölüler, savaşın sonunu gördüler"

Triage, Danis Tanovic yönetmenliğini yaptığı, Scott Anderson’un aynı adlı
romanından uyarlanan, 2009 yapımı Türk seyircisinin gözünden kaçmış (seyredenler anlayacaktır)ortalama bir film. Tanovic’in bundan önce hatırladığım tek filmi de, 2002 de 11 Eylül olaylarına dair, 11 dakikalık kısa filmlerden Bosna Hersek etiketli olanıydı.
Filmin konusuna dönersek, Mark Walsh(Colin Farrell), genç bir savaş fotoğrafçısı. Görevi nedeni ile Kürdistan’da (muhtemelen Irak-Türkiye arası belirsiz bırakılmış bir bölge) bir patlamada yaralanıyor, Irak sınırında peşmergelerin tedavi edildiği triyaj alanına* götürülüyor, tedavisinin ardından New York’a sevgilisi Elena’nın yanına dönüyor ancak bir türlü eski hayatına adapte olamıyor. Aynı göreve beraber gittiği arkadaşından bir türlü haber çıkmaması ile stres seviyesi iyice yükselen Mark’ın imdadına Elena’nın yıllardır küs olduğu büyükbabası(Christopher Lee) koşuyor ve Mark’ı esas neyin rahatsız ettiğini beraberce buluyorlar.

Film, birkaç soruna birden el atma handikapına düştüğü için Tanovic, doğulu hikayeyi, batılının hikayesi kadar güçlü kurgulamamış, yani bu bir savaş karşıtı film mi? Ne? Savaş muhabiri olarak yaşadıklarını atlatamayan savaş fotoğrafçısının hikayesi, evet. Olmuş. Peki ya kalanlar ?

Hele hele o gerilla savaşı, bu sahneleri belki batılı yer ama biz, Türkiye’de bunlarla yatıp bunlarla kalkıyoruz. Türk konvoyu basıldı deniyor, ölen askerlerin üniformaları belirsiz- Arapça konuşuyorlar. Filmin bir bölümünde (bu da biraz zorlama geldi) Kürdistan haritası çizdiriliyor, Türkiye’nin doğusu komple Kürdistan gibi gözüke-cekken ekran bulanıklaşıyor. Yani bir şeyler söylemek istiyor film ama yemiyor. Cesur olamıyor. Sırf filme fon olsun diye çizilen Kürdistan haritası dayanaksız, Kürtler’de evsiz kalıyor.

Yazının başında dediğim gibi bu film Türkiye’nin gözünden kaçmış zira gösterilseydi muhakkak birileri tukaka etmiş olurdu. Hatta abartılıp yasaklama filan getirilebilirdi, umarım öyle bir şey olmaz. Özetle, film ortalama bir film, “iki savaş fotoğrafçısının başından geçenler” hikayesini merak edenler gitsin. Ben kişisel olarak tek bakış açılı savaş filmlerini sevmiyorum, özellikle "savaşta" tek bir suçlu yoktur. Taraf tutacaksanız bile konuyu iyice bir kavrayın en azından. Misal, Nefes filmi de güzel bir filmdi, o da Türkiye cephesinden bakıyordu savaşa ama en azından mantık hatası yoktu. (simgeungor.blogspot.com/2009/12/nefes.html)

Son olarak, Şahsi kanaatim odur ki, Tanovic bu filmi 5 parçaya bölseymiş, çok iyi bağımsız hikayeler yakalarmış, keşke triyaj alanındaki yürekleri parçalayan insanları, doktoru daha fazla anlatsaymış, fotoğraflara para ödeyen gazeteci “batılı” ların olaya bakışını anlatsaymış…


* (yaralanmaların aciliyetine göre sıralandığı bir çeşit sağlık alanı)