27 Şubat 2011

Ağaç The Tree


Julie Bertuccelli'nin (Kendisini, Kieslowski’nin Mavi ve Kırmızı’sından yardımcı yönetmen olarak hatırlayabiliriz) Cannes Film Festivali'nin kapanış gecesinde ayakta alkışlanan ilk filmi “Ağaç”ı duymuş, hakkında da pek çok yazı okumuştum. “Bu film gelene kadar sene biter, gene kopyasının peşine düşerim” düşüncesinin esiri olmuşken meğer film, vizyona 21 Ocak’ta girmiş-bitmiş bile. Bu ön yargımı “Muhtemelen gösterimde az kalmış, bu sebeple gözümden kaçmıştır” savıyla haklılaştırdıktan sonra hızlısından filmi izleme fırsatı yarattım.

Judy Pascoe’nin kitabını esas alan film, başta bir Avustralya öyküsünün, Fransız bir yönetmenin elinden çıkması konusunda sorun yaşamış. Ancak yapımcı Sue Taylor, yönetmen Bertuccelli ile tanışınca işler yoluna girmiş ve yapım süreci başlamış.

Gelelim filmin konusuna,
Dawn O’Neil’in (Charlotte Gainsbourg) küçük bir kasabada ailesiyle sakin ve mutlu
süren hayatı, eşinin ani ölümüyle allak bullak oluyor. Dört çocuğuyla baş başa kalan Dawn, yas sürecini atlatmaya çalışırken, evin küçük kızı Simone ona, babasının ruhunun bahçelerindeki ağaçta yaşadığını haber veriyor. Dawn, başta bunu kızının hayal gücü olarak görse de daha sonra, bu durum, onun için de bir kaçış noktası olmaya başlıyor…

Film, mistik bir yapıda değil, ama siz eğer mistik bir haldeyseniz sizi havaya sokacak pek çok sembol var filmde. Bahçedeki ağacın ailenin üzerindeki etkisi, köklerinin evlerine zarar verecek aşamaya gelmesi, dallarının odalara, çiçeklerinin eve dolanacağı aşamaya gelmesi gibi…

Yönetmen hanım filmi çekerken, tıpkı filmdeki gibi çok ani bir şekilde eşini kaybetmiş, bu film, ona acıyla yaşama konusunda yol gösterirken, aynı yas sürecini yaşayan Dawn karakterine de klavuz olmuş.

Sinemada, hüzünlü bir konunun melodrama kaçmadan anlatılması beni etkileyen bir durum. Bu filmin de 8 aylık bir yas sürecini anlattığı düşünülürse, bu dengenin iyi kurulduğunu söylemek gerekir. Büyük acının etkisindeki 4 çocuk ve yalnız kalan bir eşin durumu kabullenirken gösterdikleri farklılıkları izliyoruz. Bu acı azaldıkça, ailenin bahçesindeki ağacın etkisi olumludan olmusuza geçiyor. Ya da biz böyle sanıyoruz. Başka bir yönetmenin(ya da oyuncunun) elinde komik duracak pek çok sahne,(ağacın odaya girdiği sahne) en etkileyici anları oluşturabilmiş.

Filmin aksayan yönü hiç mi yok derseniz;
Bu film tam bir “ya seversiniz” “ya sevmezsiniz” filmi. IMDB puanı düşük, rottentomatoes sitesinde pek çok çürük domates yemiş. Üç seyredenden ikisi sıkıcı derse şaşırmam. Sen ne dersin derseniz, ben filmin ilk 25 dakikası muhteşem sonrası biraz daha klişe derim. Ama hafif Shyamalan izleri taşıyan, arada derede hikayeleri sevdiğimden dolayı 'izleyin' de derim.

Filmin en çok eleştirilen kısmı, insanlaştırılan ağacın, ailenin hayatına etki etme sürecinin altında aranan alt düşünce. Yani bir anlamda, yeni bir erkek arkadaş bulan eşine kızan ağaç koca –ona sinirlendiği için- hayatı zorlaştırıyor… Ve sonucunda eş -muhafazakarca olarak- yalnız bir yaşam kurmaya itiliyor...
Ya da –benim anladığım gibi- ağaç/koca başından beri “Yoluna devam etmesi” için ailesini taşınmaya zorluyor. Eşin yaşarken çalıştığı işine dikkat!

Film için, ‘Yaşam, ölüm, sevmek sevilmek ve devam etmek’ ile ilgili bir uzun cümle diyebiliriz.

24 Şubat 2011

KILL BILL VOL 3



Vernita was dead.
O-Ren was dead.
Budd was dead.
And Bill was dead.
But Elle?
Elle Driver is alive!

16 Şubat 2011

İncir Reçeli


Sevgililer gününe nişanlanan aşk filmi bolluğu arasında ilk durağım Aytaç Ağırlar’ın ilk filmi İncir Reçel'i oldu. Konusu, oyuncuları ya da yönetmeni hakkında hiçbir şey bilmeden gittiğim film, benim için tam bir muammaydı. (Ta ki başlayana kadar)

Filmin esas hikayesi -herkesin özenle sakladığı- bir “sırra” dayanıyor. İzleyici tarafından kısa sürede keşfedilse de vizyona yeni girdiği için esas olayı söyleyip tadınızı kaçırmak niyetinde değilim, kaldı ki filme getireceğim en hafif eleştiri filmin bu yönü.

İncir Reçeli, aynı konuya ve isme sahip 2009 yapımı bir kısa filmin uzun metraja dönüşmüş hali. Muhtemelen kısa versiyon daha iyidir zira filmdeki yeme, içme ve not kağıdı koparma sahnelerini kaldırsak zaten kısa haline geri dönülmüş oluyor.

Filmi, malum ‘gizemli bölüme’ girmeden anlatmaya çalışalım;
Televizyon için skeç yazarak hayatını kazanan, devamlı geri çevrilse de ‘bir gün’ senaryolarından birinin filme çekilmesi hayaliyle yaşayan Metin, yapımcılar tarafından (yine) reddedildiği günün sonunda efkar dağıtmak için arkadaşının barına gider. Barda dut kıvamına gelmiş Duygu ile karşılaşır, gecenin sonunda evine dönemeyecek kadar sarhoş olan kızı misafir etmek de ona kalır. Yanlış anlaşılma olmasın! Metin kanepede yatar, kalktığında ise Duygu gitmiştir.

Hep aynı barda ve hep aynı müzik eşliğinde dans edip sarhoş olmayı çok seven Duygu, Metin’in evinde sık sık misafir olmaya başlar. Bir süre sonra ev arkadaşlığına dönüşen bu ilişki Duygu’nun aniden ‘ortadan kaybolmalarına’ ve ‘ulaşılamıyor’ olmasına rağmen aşka dönüşür. Güzel sofralar hazırlayıp mütemadiyen yiyip içen ikili, günlerce aynı yatakta sarılmak suretiyle uyur ve iki erişkin oldukları halde bu durumu bir türlü sorgulamazlar.
Oyunculara gelince; başroldeki ikiliyi çok büyük uyum içinde gördüğümü söyleyemem. Çizilen tiplerin ve diyalogların klişe olması, oyuncuların elini kolunu bağlayan bir durum olabilir. Bunu kişisel yetenekle bağdaştırmamak lazım. Yan karakterler anlatmaya çalıştığım şeyin tam örneği, Metin karakterinin komik kankası Erol. (Sinan Çalışkanoğlu) Fotoğraf kursuna gittiği halde, 30 cm’den yakın berbat fotoğraflar çeken, filmde var olma amacı ne olduğu bilinmeyen bir kişi. O kadar boş bir karakter ki Barbara Laurens’in canlandırdığı Liza karakterine duyduğu aşka bile inanmadık. Böylece filmdeki ikincil aşk bile heba olup gitti.




Aşk filmlerine bir türlü ısınamıyorum, bu döngüye yeni bir kurgu girsin istiyorum açıkçası ama bir türlü olamıyor. Maalesef bu son örnek de izleyiciyi ‘muhteşem aşka’ inandırabilme becerisinden yoksun.

İncir Reçeli, sonunda büyük bir sürpriz saklıyor-muş gibi duran, ama filmin daha başından, sonunun anlaşıldığı bir senaryoya sahip. Hatta kapalı bir şekilde örnek verelim; Metin karakteri filmin sonuna doğru (en iq’su düşük izleyicinin bile anladığı) pek ortada olan bir gerçeğe bile vakıf olamıyor, bu şekilde sonuna gelinen filmi de giderayak iyice sahteleştiriyor.

Son söz olarak ne diyelim,
İncir Reçeli, 'beraber yaşamanın çok orijinal geldiği' ya da 'ne kadar çok içsek o kadar iyi olur' düşüncelerinin hakim olduğu yıllara bizi geri götüren liseli bir aşk filmi. 
Reçel seviyorsanız gidin (: ama kıvamı tutmamış.
Benden söylemesi.