31 Ocak 2011

Black Swan(Siyah Kuğu)

Darren Aronofsky, Bir Rüya İçin Ağıt’tan(Requiem For A Dream) sonra, ‘daha depresif’ bir film yapamaz diye düşünürken, kendisi bu hipotezime yeni filmi Black Swan ile cevap veriyor. Koşullara göre değişen insan psikolojisi üzerine tez yazma aşamasına gelen yönetmen, filminde Kuğu Gölü Bale’sinde sergileyeceği performans uğruna benliğini yitirme sürecine giren baş balerin Nina’nın hikayesini anlatıyor. Ama ne anlatmak!

Kuğu Gölü…
Pyotr Ilyich Tchaikovsky’nin 1871 yılında yeğenleri için eğlensinler diye yazdığı oyun, ailenin paraya ihtiyacı olması üzerine 1875’de tam uzunlukta bir bale olarak tekrar bestelenmiş.
Eserin hikayesi kısaca şöyle;
“Prens Siegfried’in göl kenarında dolaşırken ortaya çıkan bir kuğu, ona prenses Odette olduğunu, büyücü Rothbart’ın kuğu şekline soktuğu kızlardan biri olduğunu anlatır. Büyünün bozulması için “Bir erkeğin kızlardan birisine âşık olup –sadece onun- aşkına yemin etmesi gerekmektedir. Prens Odette’e âşık olur.
Onuruna verilen doğum günü balosunda Prens, kendisine tanıtılan kızlardan birini evlenmek için seçmek durumundadır. Baloya baron kılığına girmiş büyücü Rothbart ile Odette’in yüzünü kullanan kızı Odile de gelir. Prens, Odile’in Odette olduğunu zannederek onu sevdiğine dair yemin eder.
İhanete uğrayan Odette, ölmek ister. Bağışlanmak için göle gelen prens Odette’e yalvarıp aşkını kabul ettirir. Bu sırada büyücü Rothbart prense ettiği yemini hatırlatır. Odette’ten ayrılmak istemeyen prens büyücü ile kavga edip onu öldürür. Rothbart’ın ölümü ile gölün üzerindeki büyü kalkar ve kuğular birer genç kız olur. Prens Siegfried ve Prenses Odette de birbirlerine kavuşur.”
*Ancak filmdeki versiyonda, (New York Balesi’nde) hikayenin sonu bir trajediye bağlanıyor. Prensin ihanetine uğrayan Odette kendini öldürüyor ve perde kapanıyor.

Bazı filmleri anlatmakta -ya da şöyle diyelim- nesini beğendiğimi yazmakta zorlanırım. Lynch ve ya Trier gibi yönetmenlerin filmleri bu kategoriye girer. Ben, sinemada takip etmeyi, olayları birleştirmeyi, tahmin etmeyi sever izleyici grubuna girdiğimden dolayı bu tip filmler otomatikman benim favori listeme girerler. O yüzden baştan söyleyeyim. Filmi izlerken epey gerildim, birkaç kez yerimden sıçradım, yer yer nefesimi tuttum, ruhum tam bir huzursuzluk içinde sıkıştı kaldı.
Ama Black Swan’ı beğendim (:

Gelelim filme,
Baş balerin rolü için seçim muhteşem!
Aronofsky, Star Wars prensesinden(Natalie Portman)  olağanüstü bir performans çıkararak, onu primadonna Nina Sayers’a dönüştürüyor. Rolü için 9 kilo veren, 6 ay süresince her gün 8 saat bale çalışan, Portman, etrafa her daim hüzünle bakan, kırılgan hali ile bizi (kanatları çıkmadan önce) zarif bir kuğu olduğuna inandırmayı başarıyor.
Güzel giriyoruz filme;
Sanki içinde tahta yokmuş gibi- zerafet timsali pembe ‘pointe shoes’lar. İpleri çözülüyor, kullanılmaktan tozlanmış, eskimiş. İçinden yorgun ayaklar çıkıyor, ezilmiş parmaklar, kırılmış, kanamış tırnaklar. ‘
Ellerle gözleri kapattıran’ sahnelerden sadece biri…
(Ki biz ne kafa kopmalar, ne kanlı sahneler gördük, vahşetler izledik beyazperde -gözümüzü kırpmadık)

Nina, New York’da sergilenecek Kuğu Gölü Balesi’nde baş balerin olabilmek için yanıp tutuşan oldukça yetenekli bir balerin. Göz kamaştırıcı güzelliği, naifliği ve kırılganlığı ile gösterideki Beyaz Kuğu rolü için adeta ‘biçilmiş kaftan’. Sorun şu ki, Nina’nın gösteride daha şeytani, daha şehvetli ikincil bir karakteri de canlandırması gerekmekte –ki topluluğa yeni katılan balerin (Lily) cüretkarlığı ve seksapeli ile Nina’nın zıttı yani, tam bir “Siyah Kuğu”.
Nina, iki rolü de mükemmel yapabilmek adına ‘içindeki kötüyü keşfetmeye’ karar veriyor.
Ne pahasına olursa olsun.

Black Swan, ‘balerinlerin rol kapma mücadelelerinin’ anlatıldığı dans temalı filmlerin son örneği.  Bunlardan biri Aronofsky’nin de bazı çekim teknikleri aldığını belirttiği Red Shoes (1948) ve The Turning Point (1977). Yönetmen bu filmlerden çıkış noktası olarak feyz alsa da kendi filminde üslup tamamen değişiyor, farklılaşıyor. Performansı hayatının, belki de zihninin önüne alan bir balerin merkeze konuyor. Zaman zaman sürreale bağlayan film, izleyeni, gördüğü şeyin gerçek olup olmadığı kaygısına düşürüyor. Mekan seçimlerinde yaratılan klostrofobik dünya, (oyuncaklarla dolu pembe duvarlı -çocuk odası) Nina’nın annesi ile olan ürpertici ilişkisi, filmin genelinde var olan cinselliğin itici kullanımı (Polanski izleri), hemen her sahnedeki ayna kullanımları, renk kullanımları, müzik kamera…
Hepsi tek bir düşünceyi güçlendiriyor.
Hangisi gerçek? 
Bale kariyerini bırakmak zorunda kalan bir annenin baskısı altında ruhu ezilen Nina’nın tabiri caizse “İplerinin nerde koptuğunun” anlaşılma isteği…

Ve son sahne!
(Kuğu Gölü’nü canlı izleyenler filmin ne hissettirdiğini daha iyi anlayabilir belki)  Anlatmak olmaz tabii. Ama şu kadarını söyleyelim. Neden o kadar sıkıştı kalbimiz? Kırık tırnaklara, deri soymalara katlandık? (Katlandık diyorum çünkü biz de o acıları Nina ile bire bir yaşadık/hissettik)

Çünkü “Kusursuza” ulaştık. Bunun bir bedeli vardı. Nina içindeki kötüyü çıkardı ve
‘mükemmele’ bu şekilde erişti. Yani ‘dengeyi’ buldu.

‘Birey’ olabilmek kolay değil. Acılı bir süreç olsa da insanın ‘öz inşası’ için bu yolda cesaretle yürümesi gerekir.
Bu uğurda sana engel olan her ne ise,
Bazen “masumiyetin”, bazen “korkuların” bazen “rakiplerin” onları bu yolda öldürmen gerekebilir.
Rakibin kendin olsa bile!
 

24 Ocak 2011

Aşk Sarhoşu

Kadınları elmastan soğutan yönetmen(Blood Diamond) Edward Zwick’in eline düşmüş son uyarlama, Jamie Reidy’nin “Hard Sell: The Evolution of a Viagra Salesman” kitabından uyarlanan “Aşk Sarhoşu” filmi.

Yönetmen, Viagra mümessili Jamie Randall’ın mesleğindeki yükselişini merkeze aldığı filminde, ilacın keşfiyle değişen kadın erkek ilişkisini komik bir üslupla anlatıp, çaktırmadan 90’lardaki ilaç piyasasının da durumunu vurgulamaya çalışıyor.

Filmin konusu kısaca şöyle;
Maggie, (Anne Hathaway) özgür ruhlu genç bir kadın izlenimi yaratsa da aslında Parkinson hastalığı ile mücadele eden, bu nedenle duygusal ilişki cesaretini yitirmiş bir kadındır. Klişe olması açısından fazla karizmatik bir eve sahiptir ve garsonluğun yanı sıra bir takım fotoğraflar kesip yapıştırmasından sanatçı bir yanı olduğunu da anlarız.
Jamie
(Jake Gyllenhall) ise tıbbi ilaç pazarlama işini icra ederken, kadınlara karşı cazibesini kullanmaktan çekinmeyen çapkın biridir.
Bir gün tesadüfen bu ikilimiz karşılaşır ve “ciddi olmamak kaydı ile” bir ilişkiye başlarlar.
Tahmin edin ne olur?
Aşık olurlar (:

Film ortalama bir romantik komedi olarak başlıyor, bir süre bol çıplaklık içeren bir döngüde gidiyor,  karakterlerimizin ilişkisi, kuralına uygun olarak önce sadece seks arkadaşlığı ile başlayıp sonra aşka dönüşüyor. “gerçeğe” dönen ilişki yürümüyor/ayrılıyorlar ve nihayet; dramatik bir sonla olaylar tatlıya bağlanıyor.

Aslında Aşk Sarhoşu, sözde modern toplumlarda yaygınlaşan “seks arkadaşlığı” konusunda bir inceleme filmi. Tabii türünün en iyi örnekleri arasına girer mi ondan pek emin değilim. Ama bunu amaçladığı belli-ki bu da iyi bir niyet. İlgilendiği konu sadece cinsel ilişki ile başlayan kadın erkek ilişkisinin geldiği nokta. Tutku, devamında sevgiyi ve birlikteliğimi mi getiriyor yoksa bu tür bir ilişki, paylaşımın bitmesiyle ayrılığın mı habercisi?

İlişki konusuna pek el atmayan, daha ziyade politik söylemlere uğraşan Zwick’in, (muhafazakarlığı ile bilindiğinden) bu tip bir konuya girmesi ilginç olan başka bir husus. Zaten kadın karakterin “seks odaklı”  bir ilişkiye “hastalığından ötürü” evet dediğini bildiğimizden tüm bu aşk, tutku, sadakat, bağlılık vs. duyguları daha filmin başında yerle bir oluyor zira şartlar eşit olmuyor, alttaki tutuculuk gözden kaçmıyor.

Sözün özü, “Bu filme giderim” diyene dur demem, “gitmem” diyene git demem.
Karar sizin
(:

11 Ocak 2011

Prensesin Uykusu

“Simge sen de bir filmi beğen artık!” sık aldığım bir eleştiridir.
Tamam. İşte beğendim bir film buldum, buyurunuz;
Çağan Irmak,(özellikle Issız Adam filmiyle yakaladığı gişe başarısının ardından) son yıllarda hakkında en çok konuşulan, bazı çevrelerce ağır eleştirmesine rağmen seçtiği konular ve üslubuyla genel izleyiciyi yakalamayı başaran –bence de belli bir kaliteyi tutturan- bir yönetmen.

S
on sinema filmi Prensesin Uykusu ile bu kez bir masalı günümüze taşıyor ve en azından benim gönlümde en güzel filmini yapıyor.
Çağan Irmak’ın dediği gibi “Galiba en güler yüzlü filmi bu”

Gerçekten de –diğer filmlerine nispeten- dram ölçüsü kaçmamış, sürükleyici ve oldukça eğlenceli bir sine-masalımız oldu diyebiliriz.

Kısaca konusundan bahsedelim,
Bir kütüphanede memur olarak çalışan doğa aşığı, hep gülümseyen bir yüze sahip Aziz(Çağlar Çorumlu), ev arkadaşı Neşet ile paylaştığı evinde yarı gerçek-yarı hayal ama mutlu bir hayat sürdürmektedir. Bir gün, mahalleye yeni açılan kuaförün sahibi Seçil(Sevinç Erbulak) ve 10 yaşındaki kızı Gizem, Aziz’in oturduğu apartmana taşınır.
Derken bir aksilik olur. Gizem uykuya dalar. O uyurken pek çok kişiyi de bir araya getirecektir…

Filmin sürprizlerini bozmamak adına konunun -bahse değer- detaylarından vazgeçip, filmin geneli hakkında konuşmak yerinde olacak. Başroldeki Çağlar Çorumlu’nun ve Sevinç Erbulak’ın oyunculuğu oldukça başarılı. Eski Yeşilçam rejisörünü canlandıran Genco Erkal’ı izlemeye doyamıyorsunuz. 1970’ler avantür Türk sinemasının, emekliye ayırdığı yönetmenlerinin karışımı olan Kahraman, “hayatını bir masal kahramanı gibi yaşamışlardan” biri…
Neşet karakterinde Alican Yücesoy, önemli rollerden biri olarak inandırıcı oyunculuğuyla öne çıkanlardan.

Prensesin Uykusu’nda ekstra bir fark olarak, görsel efekt ve animasyon gibi pek Türk sinemasında rastlamadığımız bölümler söz konusu. Aziz’in çocukluğunun anlatıldığı 2d animasyon bölümü ve Gizem’i uyurken alıp götürmek isteyen Çarşamba Karısı tiplemeleri, teknik ve hikayedeki konumlanmaları açısından yerli yerinde ve kaliteli. Özellikle bu tip efektli görüntülerin yapıştırma durması, izleyicinin masal ruhuna girişini engellediğinden oldukça önemli. Geçenlerde Animasyon Festivali çerçevesinde katıldığım bir gösterimde, filmin animasyon yönetmeni Tuncer Şentürk ve Görsel Efekt Süpervizörü Erkan Özgür Yılmaz’dan, film sürecini ve animasyon safhalarını dinleme şansım oldu. Özetlemek gerekirse çıkan sonuçtan memnunlar. 22 kişilik animasyon ekibiyle iyi bir iş çıkarmışlar. Üzerine basarak söyledikleri tek şey “Başka bir animasyona benzetilmek istemedikleri” ve bundan itinayla kaçındıkları yönünde. Benim fikrimi soracak olursanız teknik ve ya tarz olarak herhangi bir animasyona benzetmedim ancak animasyonun içeriği  (tabii ki bu kısım yönetmeni bağlar) açısından Kill Bill Vol I'i hatırlamamak elde değil.

Son söz olarak,
Filmin sürprizlerle dolu masalsı anlatımı, karakterlerin gerçekliği, hikayenin naifliği ve diyalogların tutarlı olması hoşça vakit geçirmeniz için iyi bir fırsat. Gücünü
senaryosundan alan film, Türk ve dünya masallarıyla besleniyor, hikâyesi, görsel efektleri, oyunculuğu derken kaliteli “tuzu biberi yerinde” bir yemek olarak sizi bekliyor.
Afiyet olsun.

“Prensesin Uykusu gerçek ile düş arasında gezinen; uyutmak için değil de, uyandırmak için anlatılan, bir bulut yükü umut, hayata bağlılık ve inanç taşıyan bir masal.”