17 Aralık 2010

Av Mevsimi

Yavuz Turgul filmi deyince iki şeyden emin olabilirsiniz:
1-Muhtemelen filmde Şener Şen vardır. (Sanırım Fahriye Abla dışında tüm Y.Turgul filmlerinde var)
2-Filmin senaryosu ve diyalogları sağlamdır.

Özellikle son yıllarda (CSI dizilerinin yayılımıyla) Türkiye’de de polisiye dizilere ve filmlere doğru belirli bir ilgi ortaya çıkmaya başladı. Beyza’nın Kadınları, Ejder Kaplanı ve nispeten bana daha çok hitap eden Sis ve Gece aklıma gelen ilk örnekler... Tüm bu filmler gerek oyuncularıyla gerekse polisiye konulara el atmalarından dolayı dikkat çekti, konuşuldu beğenildi ve ya beğenilmedi.

Yavuz Turgul ise polisiye olmasa da bu “vurdulu kırdılı” türüne, en çok Eşkıya ve Kabadayı filmleriyle yaklaşmıştı. İkisinde de hikaye, yasadışı-ama kötücül olmayan- güçlü bir karakter merkezinden anlatılıyordu.
Av Mevsimi’nde işler biraz değişmiş, bu sefer ortada bilinmeyen bir hikaye var. Şener Şen yasa tanımaz kimliğinden sıyrılıp bir yasa koruyan/polis kimliğine bürünmüş.

Polisiye türüne hep sıcak baktığını ifade eden Yavuz Turgul’un bu türdeki ilk filmi Av Mevsimi, uzun süredir merakla bekleniyordu. Bu merakın sebebi biraz da güçlü kadrosunun yaratacağı katkı payı olabilir zira filmde Şener Şen’in yanı sıra Cem Yılmaz, Çetin Tekindor, Okan Yalabık, Melisa Sözen gibi bir hayli başarılı oyuncular mevcut. Tabii yanlış anlaşılmasın, film harika bir ekibin performansına sırtını dayamış bir film değil. Tutarlı bir senaryoya, sağlam karakterlere ve akıcı bir kurguya sahip.

Film yeni olduğundan çok fazla detay vermeden kısaca konusundan da bahsedelim; Tüm polis teşkilatının tecrübesinden dolayı Avcı lakabını taktığı, emekliliği yakın Ferman(Şener Şen), yan masasında, nerde ne yapacağı pek belli olmayan –bu nedenle Deli denilen- İdris(Cem Yılmaz), cinayet masasında görevli iki polistir. Bu ikiliye cinayet soruşturmasına gitmeden önce “yeni biri” eklenir; Bu dünyaya tümden yabancı, yeni mezun Hasan.(Okan Yalabık)

Ormanda bulunan bir genç kıza ait el, bu üçlünün tamamen hayatını değiştirecek olaylara neden olur.

Yavuz Turgul’un filmleriniz izleyenler az çok tahmin edecektir ki yönetmenin esas önem verdiği konu: senaryo. Zaten karakterler de senaryoyu öne taşıyan yapıda. Hikayenin gerektirdiği ölçüde pek çok soruna (Organ nakli, namus cinayeti, kadınların ezilmesi) temas eden film bu konularda mesaj vermekten ya da ahkam kesmekten itinayla kaçıyor. Büyük oyuncuların yanında Cem Yılmaz’ın da varlığı filmin popülaritesine yardım eder mi bilemem ama canlandırdığı "Paranoyak, ruh hali inişli çıkışlı Karadeniz’li" polis rolü bugüne kadar ki en iyi performansı diyebiliriz.

Filmin çıkış noktası Yavuz Tanyeli’nin bir resim çalışmasından ve ona aldığı bir nottan esinlenilerek yazılmış.
Yeni bir şeylerin görüleceği aralıklar mutlaka vardır.”
Film bu cümle üzerinden ilerliyor ve cinayetin çözülmesi de bu yaklaşımı destekleyen başka bir tutarlı husus. “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir önemli olan bakış açınızı değiştirmektir”  

Filmin tek eleştirilebilecek kısmı sonu olabilir; Şöyle ki
“Ben olayı çözmüştüm” “Sonunda hiç şaşırmadık” gibi… Yorumlar duydum.
Bence film bu iki cümleye harcanacak nitelikte değil.
Sinema seyircisinde bazı kalıplar var. “Her ağlatan film duygusaldır.” “Sonunu ön göremediğimiz film güzeldir.”  “Her polisiye şok edici bir sonla bitmelidir.” Gibi…
Aslında filmi bütün olarak izlemek gerekir ama polisiye türü izleyicilerinde katili yakalama çabası kalıtsal bir durumdur :) Normal karşılamak lazım. Ben de Agatha Christie romanlarında, katili
Hercule Poirot'dan önce bulmak için kitapla epey savaşırdım.

Yazıyı kişisel bir notla bitirelim; Ben de filmin sonunu tahmin ettim. Evet. Ama bu durum filmden bir an bile sıkılmama sebep olmadı. 


6 Aralık 2010

New York’ta Beş Minare

 Film hakkında yazmaya başlamadan Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmen olmasıyla ilgili bir herhangi önyargımın olmadığını belirtmek isterim. Hatta en favori yönetmenlerimi düşündüğümde, çoğunun sinema alt yapısı olmaması beni her zaman şaşırtmıştır. Bir yerde bu durumun yönetmeni özgürleştirdiğini ve yeni bir şeyler denemeye yönelttiğini düşünüyorum. Bu fikrim Mahsun Kırmızıgül’ü de kapsamakta. Kendisi, esasen türkücü olduğundan bazı kesimler tarafından “çok sahiplenilmiş”, bazıları tarafından ise “alaşağı edilmiş”  durumda. Aslında bu biraz da kendiliğinden oluşan bir ruh hali; büyük sorunları ele alan, büyük laflar eden filmler yaptığından olsa gerek, arkasında konuşulacak çok konu kalıyor.

Sözün özü, Kırmızıgül’ün, sinemaya gönül vermiş olmasına söyleyecek hiçbir sözüm yok ancak, yeni filmine dair söyleyecek pek çok şeyim var.

Dört senelik taze yönetmenin, gişe başarısı yakalayan filmi Güneşi Gördüm’ü izlediğimde, yönetme tarzı hakkında az çok bir fikrim oluşmuştu. Ancak üzerine olumsuz bir yazı yazmamıştım zira göze batan çarpan öğeler değişebilirdi.
Ama maalesef, durum daha iyiye gitmemiş. Önceki filmleri benim için fazla eğitici ve dramatik olsa da, yine de ortada sağlam bir hikaye (hatta birkaç hikaye) ve gözle görünür bir oyunculuk vardı. Ne var ki New York’ta Beş Minare’de bunlar da yok.

Filmin konusundan kısaca bahsedelim: Türkiye’de çeşitli suikastlardan sorumlu İslamcı terör örgütü tüm polis teşkilatına yaka silktirmektedir. Örgütün başında Deccal kod adlı bir terörist var. Uzun yıllar önce Amerika’ya kaçmış Hacı Gülen. Pardon! Hacı Gümüş (Haluk Bilginer) adındaki bu adamın yakalanması için bir dizi operasyon düzenleniyor. Matrixvari siyah eteklerinden sıyrılan Türk polisleri, iyi kurgulanmış mekanlarda, etkileyici görüntüler eşliğindeki kovalamacadan sonra Deccal’i ele geçiremiyor. Bunun üzerine operasyona devam niteliğinde, polis memurları Fırat (M.Kırmızıgül) ve Acar(M.Sandal) Hacı’yı geri getirmek üzere Amerika’ya gönderiliyorlar.

İşte bu noktadan itibaren bütünlük bozuluyor ve film, kendi içlerinde tekrar birleşmeyen, bir sonraki kareye anlam aktarmayan kısa skeçler derlemesine dönüşüyor.

Daha önceki filmlerinde her soruna parmak bastığı için eleştirilmişti Kırmızıgül. Tamam, bu filmde tek bir sorun var: İslamcı terör ve bunun yarattığı İslamofobi. O kadarını anladık. Ama bu elindeki tek konu madem, haliyle hikayenin çok esaslı olması icap etmez mi? Hacı Gümüş Deccal mı? Geri getirelim mi? Evet. Başka? Haydi bir de kan davası ekleyelim; kendi bindiğimiz dalı keselim.

Filmdeki bazı karakterler klişe ötesi: Her zenci hip hop dinler, Mevlevi semazenler filme ulvilik katar, çakma FBI ajanı da o kadar yüzeysel kurgulansın ki, bir yandan Iraklıları Saddam’dan kurtardıklarını savunurken, bir yandan da Müslümanlar hakkındaki tek düşmanca söylemler ondan çıksın! Ayrıca, “New York’a geldiysek okyanustan bir çekmek lazım” durumları var…

Yanı sıra, kimi sahneler havada kalmış; hatta “bazılarının devamı vardı da montajda filan mı gitti acaba?” diyor insan. Mesela, ülkücülerin yemin töreni: cemaat için para isteniyor, vereceklermiş iki gün sonra. Tamam da ee?  O sahneye geri dönülmüyor. Devamı? Yok. Geçtik zikir sahnelerine, dini program geçişlerde girilen jenerik gibi, güzel çekildikleri için mi varlar? Uzun uzun dolaşılan camiiler, Ayasofya görüntüleri…
“Yani ülkemiz çok güzeldir mi? Ne demeye çalışıyorsunuz?” diye bağırası geliyor insanın.

Filmin Amerika ayağı ile Türkiye ayağı birbirinden tamamen kopuk. İki ayrı film izler gibi. Karakterler, diyaloglara kurban ediliyor, oyuncular da kendilerine yazılan mesajları –doğrudan- vermek zorunda kalıyorlar.
Kardeşini 11 Eylül saldırılarında kaybettiği için Müslümanlara karşı derin bir kin duyan ama bu acıyı yeterince hissettiremediği için karikatür gibi kalan FBI ajanı,(burada da lokal bir kan davası söz konusu fark ettiyseniz) Türk polisleri tarafından yüzeysel bir şekilde tokatlanıyor. O kadar alelacele ve hazırlıksız ki diyaloglar, güçlü olabilecek tüm sekanslar teker teker tükeniyor. Tıpkı Avrupa Birliği yasalarıyla birlikte ülkemizde işkencenin bittiğini” “aynen bu netlikle” Türk polisinin aydın yüzü Acar’dan duymamız gibi. Aynı Acar, emniyet teşkilatında koridorda beklerken, çay ikram edilen -polis olduğunu fark etmediği- amiri Fırat’ı çember sakal-cübbe içinde görünce “Meczuplara da mı çay ikram ediliyor artık!” gibisinden bir çıkışta bulunuyor. Yani böylelikle, Türkiye’nin en modernlerinden (İngilizce bilen, işkence yapmayan) polisi, aslında tamamen dış görüşüne bakarak bir kesimi “ötekileştirmiş” oluyor.
Bir başka karakter,
Hacı’nın karısı Maria, o Hıristiyan (Evet, boynunda kocaman haçı var) O kadar liberal bir aile ki Hacı’nın kızı da bir başka Amerikalıya gönlünü vermiş, hızlıca evleniyorlar. Ha “Bu arada kilise düğününün ardından imam nikahı da yapılacak!” (O kısmı göstermedik ya, belirtelim)
Yapmayın, seyirci bundan daha zeki beyler!
İslamofobiye karşı bir film yaparken, filmi neredeyse tamamen dinsel sahnelerle dolduran yönetmen, gözü yaşlı imam efendinin “hoşgörü” mesajlarıyla süslediği konuşmasının ardından, “Allahu ekber” nidaları eşliğinde, kafa kesme sahnelerine öyle bir geçiş yapıyor ki, olay amacından tamamen sapıyor; önceki sulh görüntülerinin izi bile kalmıyor, bana bile “İslam, teröre meyilli bir din mi?” diye sorduruyor.

Filmin sonu nasıl bağlanıyor? 90 dakika İslami terör izledik, kafa kopmalar, operasyonlar, FBI, işkenceler, kaçırılmalar… Hacı da iyi bir adammış. Her şey münferit bir dava için miydi? Eh keşke Amerika’ya gitmeseymişsiniz o zaman. Bitlis civarında geçen bir kan davası filmi yapılsaymış da olurmuş.

Film, en sağlam durması gereken yerlerde öyle hatalar barındırıyor ki ayakta ayıplamamak elde değil; “İslam hoşgörü dinidir” diyor, ama görüntülerden aklıda kalan iz, İslam’ın “şiddet” ve “fanatiklik” barındırdığı düşüncesini güçlendiriyor. “İslam barış dinidir” diyor filmin sonu kan davasına bağlanıyor. Pes.
New York’ta Beş Minare, maalesef gelişmekte olan bir yönetmenin “senaryo yazacağım” diye tutturması nedeniyle heba olmuş bir film. Yüksek bütçeli olması veya iyi oyuncuların yer almış olması filmi bir yere kadar taşıyor. Mesajları bu kadar net veren bir film dünya sinemasında asla ciddiye alınamaz. Fellini, “Faşizmin iğrençliğini bayağı cinsel sahnelerle veririm” derken;  Kim Ki Duk, filmlerinin tamamen anlaşılması gerekmediğinden, insanların içlerinde bıraktığı izin yeterli olduğundan bahsederken bu kör göze parmak mesajlardan acilen vazgeçilmeli.