29 Mart 2010

Un Prophète

Bu senenin “En iyi yabancı film” Oscar adaylarından Un Prophète/Yeraltı Peygamberi, ödülü kaptırsa da akıllarda uzun süre kalacak bir film. 2005’de Jacques Audiard'ın, "De battre mon coeur s'est arrêté" (Kalbim bir an durdu) filminde “Konser piyanisti olmaya karar veren suçluyu” izlediğimden beri bu yönetmenden şiddet seviyesi yükseltilmiş bir film bekliyordum. Eh, film 5 sene gecikmeyle de olsa geldi.

"Un prophéte” 19 yaşında vasat suçları nedeniyle tutuklanan, okuma yazma bilmeyen, hapis hayatı için oldukça çelimsiz, Müslüman-Arap asıllı ancak dinle pek bağı olmayan, Malik Djebena'nın Fransa da bir hapishanede geçirdiği 5 yılda nasıl gerçek bir suçluya dönüştüğünün hikayesini anlatıyor.

Hapishaneyi yöneten Korsikalı çete liderinin emri ile ilk cinayetini işleyen Malik, yavaş yavaş güçleniyor ve değişiyor. Başta “Korku” motivasyonlu bu değişim’in Malik için bir yükseliş mi, yitiş mi onu bilemiyoruz. Karakterimiz hapishane içinde tam bir “tarafsız profili" çiziyor, herkese çalışıyor, herkese iş yapıyor, bir yandan çok tutarlı bir yandan tek başına kaldığında öldürdüğü kişinin hayali ile konuşacak kadar aklını kaybetmiş.

Filmde Malik’in güçlenme ve liderliğe ilerleme sürecini izlerken yanı sıra bir de İslam temelli bazı “tavırlar” fark ediyoruz, mesela arkadaşının kendisine yolladığı fotoğrafı hücresindeki duvarına asınca, yanındaki açık saçık kadın resimlerini kaldırıyor.
Kendisine özellikle hücre hapsi verdirmesinden sonra ekrana yazılan “40 gün 40 gece” ile direkt olarak Hz. Muhammed’in inzivasına (mağaralar ve tekkelerde hücrelerde yapılan uzlet ve riyazetten oluşan kırk günlük çile) gönderme yapması benim kafamda oturmamakla birlikte herhalde Malik’in liderlikte güçlenirken bir yandan da maneviyatta güçlendiğine “hidayete erdiğine” işaret etmekte.

Özetle, Audiard, bizzat senaryosunu yazdığı filmde masumiyetin suça, vicdan azabının kine dönüşebildiği bir ortamda toyluktan liderliğe evrilen bir suçludan anti kahraman yaratıyor ve siz onu sevip sevmediğinize bir türlü karar veremiyorsunuz. Filmin sonunun sürprizi ise,(Merak etmeyin sonunu söylemeyeceğim) Brecht-Weill ikilisinden çıkma "Üç kuruşluk opera"da, aynı şekilde kızacağınızı mı yoksa seveceğinizi mi bilemediğiniz başkarakter Macheath'e adanmış "Mack the knife" baladı ile sonlanması.

9 Mart 2010

Max And Mary

Max And Mary  Süper bir animasyon!

Mary Dinkle, Melbourne’un banliyölerinden birinde annesi Vera’nın deyimiyle dünyaya “kaza” ile gelmiş, hiç arkadaşı olmayan 8 yaşında bir kızdır. Bir gün gittiği postanede New York telefon rehberi eline geçer, orada tesadüfen gördüğü bir kişiye mektup yazar ve  “Amerika’da bebeklerin nerden geldiğini sorar” zira büyükbabası ona Avustralyalı bebeklerin bira bardağında bulunduklarını anlatmıştır. Mektup gider dünyanın diğer ucuna, başka bir yalnız karakteri, Max’i bulur. Max Horovitz (Philip Seymour Hoffman), 44 yaşında, obez, anksiyete bozukluğu olan devamlı iş değiştiren bir New York’ludur.
Bu şekilde başlayıp seneler süren bu mektuplaşma, ikisinin de en çok özlemini duyduğu şeyi hayata geçirir. Gerçek bir arkadaş.

Çok güzel film, çok güldüm, güzel hikaye, mutlaka seyredin :) lütfen seyredin (:

“Bir gün Earl Grey’le evlenip İskoçya’da bir kalede yaşayacak, 9 bebekleri, 2 ördekleri ve Kevin adında köpekleri olacak.”
“Amerika’da bebekler kutu koladan çıkmıyor. Annem hahamların kuluçkaya yattığı yumurtalardan gediğini söyledi. Yahudi değilsen Katolik rahipler, ateistsen pislik fahişeler kuluçkaya yatarmış. İşte Amerika’da bebekler buradan geliyor. ”
“Dışarı çıkarken kulak ve burun tıkacı kullanıyorum. Sakin kalmama yardım ediyor.”

2009 Annecy Animasyon Festivali: En İyi Film
Berlin Film Festivali: Mansiyon (Gen-14+)
Stuttgart Animasyon Film Festivali :En İyi Film
Sundance, Pusani, Tokyo ve Helsinki Film Festivali

http://www.maryandmax.com

http://www.youtube.com/watch?v=MgRjB8PEDkM

 

5 Mart 2010

The Lovely Bones

Cennetimden Bakarken, tarihe belki de en güzel uyarlama olarak geçen Yüzüklerin Efendisi üçlemesin yaratıcısı Yeni Zellanda’lı Peter Jackson’un son filmi.
Alice Sebold’un aynı isimli çok satan romanından uyarlanmış olan film, roman uyarlamalarının en büyük handikapı olan “Kitabı daha ruhluydu, aynı tadı alamadık” yorumlarıyla Peter Jackson’un başını biraz ağrıtmış olmalı.
Filmin hikayesi 1973 yılında Pennsylvania’nın bir banliyösünde ailesiyle mutlu bir yaşam süren Suzie’nin, komşuları Bay Harvey tarafından öldürülmesi ve ailenin bu cinayetin peşini bırakmayarak kızlarının katilini bulma çabalarını anlatıyor. Öykü herkes için çok dramatik olduğu halde Jackson’ın filme kattığı gerçeküstü görseller sayesinde trajedi duygusu ortadan kalkıyor. İzleyici, ölen ama ruhu Araf’ta kalmış olan Suzie’nin, geride kalan ailesini, buluşamadığı erkek arkadaşını ve özelikle de katilini izlemeye başladığında hikayenin diğer boyutuna geçiyor.

Cennetimden Bakarken için, kısaca bir trajedinin duygusal anlatımı denebilir. İçinde gerilim ve rahatsız etme hissi barındırsa da cennet kavramının nasıl bir şey olabileceği vurgusu, filmin gerilim tarafına kayamsını engellemiş. Roman içeriğine büyük oranda sadık kalınırken “iyi karakter kötülük, kötü karakter iyilik yapmasın” tezine dayanan bir takım sansürler de gözümden kaçmadı.
Mesela romanda;
Ailenin annesi Abigail, Suzie’nin katilini araştıran dedektif Fenerman ile yasak bir aşk yaşıyor...
Suzie kendi cennetinde izlerken, katili olan Bay Harvey’in büyüme çağı travmalarını görüyor, öldürme isteğine engel olmadaki başarısızlıklarına şahit oluyor, sonucunda da ona karşı nefreti giderek azalıyor. Yani aslıda romanda “Genel bir affetme öyküsü” anlatılıyor. Eşler birbirini, kurban ise katilini azat ediyor. Romanın bu vurgusu filmde çok da işlenmiş sayılmaz.

Sonuç olarak, sana göre film güzel mi derseniz, evet. Diğer dünya, ruhlar alemi vs. ilgi alanıma girmese de kurgusundan ve anlatımından etkilendiğimi söyleyebilirim.

http://www.rottentomatoes.com/m/1189344-lovely_bones sitesinde beğeni yüzdesinin yerlerde sürünüyor olmasının sebebini de, P.Jackson’un yarattığı bu yeni “cennet tasvirlerini”nin Tolkien üçlemesindekine eş şiirsellikte bulunmamasına bağlıyorum.

Film hakkında işe yarar linkler:

Filmin “Cennet” tasvirleri ve filmin geri kalan efekt çalışması Weta Digital’in elinden çıkmış. İşleri süper, sitesine bir göz atmanızı öneririm.  http://www.wetafx.co.nz/





1 Mart 2010

Invictus

John Carlin’in “Playing the enemy: Nelson Mandela and the game that made a nation” romanından senaryolaştırılan, hemen her filmini sevdiğim yönetmen Clint Eastwood'un Güney Afrika'nın ilk Devlet Başkanı Nelson Mandela'yı hikaye ettiği son filmi 'Invictus' geçen hafta vizyona girdi.

Gran Torino, Gizemli Nehir, 'Milyon Dolarlık Bebek', 'Sahtekar' gibi filmleriyle sinema tarihine adını kazıyan 89 yaşındaki Eastwood, bu filminde muhteşem bir kadroyla çalışmış. Defalarca Oscar'a aday olan ve yine bir Eastwood filmi olan 'Milyon Dolarlık Bebek'le ödüle ulaşan Morgan Freeman, 'Invictus'taki rolüyle de Akademi'nin en büyük favorilerinden. (gerçekten de görüntüsü, duruşu, aksanı her şeyi adeta Mandela olmuş denebilir.) Francois Pieenar karakteriyle izlediğimiz Matt Damon için de çok farklı bir durum söz konusu değil, o da rolü için biçilmiş kaftan.

Invictus, 1994’de Nelson Mandela’nın hapisten çıktıktan sonra devlet başkanı olması ile başlıyor. Bu kesit rugby sporu üzerinden hikayeleştiriliyor. Mandela, ülkesinin birliği için rugby’i bileştirici güç olarak görüyor ve bu uğurda siyasi kariyerini tehlikeye bile atıyor. Ancak Mandela’nın güveni boşa çıkmıyor ve takımla birlikte, Madiba’nın “Irk ayrımını ortadan kaldırmak akabinde Gökkuşağı ulusu” yaratma çabası da başarıya ulaşıyor.

Invictus, Latince'de 'yenilmez' anlamına geliyor ve İngiliz şair William Ernest Henley'nin 1875'te yayınlanan şiirinin adı.


Beni saran gecenin içinden
Mezar kadar kara bastan basa
Sükrederim hangi tanrılar verdiyse
Bana fethedilemez ruhumu
Ne ürktüm nede bagırdım şartların,
Pençesine düştüğüm anda bile
Kaderin sopasıyla
Kanadı da başım…
Yinede boyun eğmedim
Öfke ve gözyaşı dolu bu yerin ötesinde
Beklemiyor başka hiçbir şey
Gölgelerin dehşetinden
Yinede korkmaz bir halde
Yılların yılgınlığı ve tehdidi
Buluyor ve bulacak beni
Kapı ne kadar dar olsa da
Cezalarım ne kadar ağır olsa da
Kaderimin efendisi de benim
Ruhumun kaptanı da…..


Bakalım Mandela'nın mirası hâlâ Güney Afrika sporuna ilham vermeye devam edecek mi? Bu yaz Dünya Kupası'nda izleyeceğiz.  :)