13 Kasım 2013

Yerçekimi(Gravity)

(Children Of Men) Son Umut ile 2027 yılını, on dokuz yıldır hiçbir bebeğin doğmadığı; insan neslinin tükenmeye yüz tuttuğu bir tür korku dünyası olarak tasvir ederek son on yılın en iyi bilim-kurgu senaryolarından birine imza atmış Alfonso Cuarón,  yedi yıl sonra hepimize uzayda kaybolma korkusu saldığı yeni filmi Yerçekimi(Gravity) ile karşımızda.  

Dünyadan 300 küsür mil yukarıda, deneyimli astronot Matt Kowalsky(George Clooney) ve ona ilk uzay görevinde eşlik eden mühendis Dr. Ryan Stone(Sandra Bullock)  rutin keşif yürüyüşü esnasında bir meteor fırtınasına maruz kalır.  Uzay gemileri parçalanan ve Dünya ile iletişimleri tamamen kopan ikili sonsuz boşlukta tek başlarına kalırlar. Astronotlar için tek seçenek başka uzay istasyonuna ulaşmaktır ama sınırlı yakıt ve oksijen ile bu o kadar kolay olmayacaktır.

Bu film spoiler vermenin imkansız olduğu filmlerden; yani ben tüm sürprizleri birer birer söylesem, hatta baştan sona anlatsam da filmi izlemeye başladığınızda bir dakikalık duygu kaybı bile yaşamazsınız.

Film nefes kesen bir girişle başlıyor.
Alfonso Cuarón sahneyi kesintisiz sunduğu için daha da çok korkutan, nefes almayı zorlaştıran harika bir giriş.  Bu gerilimli açılış, filmin daha 10. dakikasında olabilecek en belirsiz ortama bizi astronotlarla beraber yollayan yönetmen için son derece bilinçli bir tercih.
Teknik ve kamera kullanımı sayesinde yerçekimsiz ortamı ta içimizde hissettiğimiz Yerçekimi’nin inandırıcılık hissi üst düzeyde. Özellikle yükselen anlarda Hollywoodvari dev patlamalara, duygu arttırıcı müzik kullanımına yer vermeyen yönetmen filmi belgesele dönüştürmeden gerçekçi bir gerilim yaratmayı başarmış.  Filmin istenen teknolojiyle çekilmesi için dört sene beklendiği düşünülürse bu konuya duyulan hassasiyet anlaşılabilir.
Aslında “Hayatta kalma savaşı” gibi kısa bir cümleyle bile özetlenebilecek konusu açısından film “basit bir kurgusu” olduğu konusunda eleştiri alabilir ama bence film bu hali ile cazip. Yaşama karşı bağlılığı azalmış birinin ‘yaşama’ tekrar ulaşmak için çaresizlikte çare yaratması kayda değer bir konu. Bazı filmlerin yoğun karakterlere ve büyük mesajlara boğulmaları gerekmez; Yerçekimi de bu filmlerden.

Sonunda kendini romantik komediden sıyırmaya başlayan Sandra Bullock’un performansı, ben dahil çoğu izleyiciyi şaşırtacak düzeyde iyi. Yaşadığı trajik bir olaydan sonra hayattan pek fazla beklentisi kalmayan bilim kadını rolünde oldukça içten. Dört senelik bir konsantrasyon süresi azımsanacak bir çaba değil. Bir röportajda Cuarón ile Stone karakterinin hangi durumda ne şekilde nefes alıp vermesi gerektiğinin bile tartışma konusu olduğu bir çalışma sürecinden bahsediliyordu.  
Filmin ‘ancak astrofizikçilerin anlayabileceği’ bazı imkansızlıkları yok değil. Mesela adı geçen üç uzay istasyonu arasındaki geçişlerin gerçek hayatta imkânsız olması;  Bağlantı kopsa bile NASA’nın iki astronotun yerinin GPS’le kolaylıkla tespit edebilecek durumda olması gibi. Ama bu anlaşılmaz noktaları ancak derinlemesine araştırarak fark ettiğimiz düşünülürse kafa karıştırmaya gerek yok diyor insan.
Özetle Yerçekimi pek çok şeyi doğru yapan, bu senenin iyi filmlerinden biri. Hem güzel hem de korkutucu doğasıya oldukça etkileyici. Yumruklarınız sıkacağınız; nefesini tutacağınız gerilimli bir 90 dakikaya hazır olun. Sinemayı sinemada seyretmekten hoşlananlardan biri olarak bu filmin kesinlikle sinemada görülmesini önerebilirim. Filmin 3D etkisinden ziyade IMAX salon geometrisinde izlenmesi görsel ve işitsel bakımdan oldukça etkileyici bir sonuç veriyor. 3D kısmı uçuşan bir gözyaşı damlasında sınırlı kalmıyor; alan derinliği sayesinde o gizemli karanlık tüm izleyiciyi sarıveriyor.

8 Kasım 2013

Komşum Totoro

Hayao Miyazaki deyince akla gelen mükemmel animelerden biridir Komşum Totoro. Belki Ruhların Kaçışı(Spirited Away) ya da Howl’un Yürüyen Şatosu (Howl’s Moving Castle) kadar sükse yapmamıştır ama Miyazaki’nin hayal gücünün ve tekniğinin katlanarak geliştiğinin en büyük habercisidir.  
Komşum Totoro, annelerinin tedavi gördüğü hastaneye yakın olmak için kırsala taşınan iki kız kardeş ve babalarını konu alıyor. Bu süreci geçirmek için eski bir köy evine taşınan Satsuki ile kız kardeşi Mei, ormanın yanı başındaki yeni ‘perili’ evlerinde, toz tavşancıkları ve orman yaratıkları ile tanışacakları; kedi-otobüsle seyahat edecekleri unutulmaz bir dünyayı keşfediyorlar. Şehir hayatından kırsal hayata çabucak adapte olmanın büyüsünün işlendiği filmde ‘ne yazık ki’ büyüdükçe azalan hayal gücü gizliden eleştiriyor.

Çocuğunu mor bulut çizdiğinde yaratıcı ilan eden anne baba, ya da aslında Noel Baba’nın olmadığını söyleyerek çocuğu beş yaşında ilime bilme yönlendirdiğini sanan öğretmenlerin izlemesi gereken bir masal bu belki de. Miyazaki animelerinden vaz geçemiyor olmamızın bir nedeni de bu olabilir mi? Yetişkinler dünyasında fazla vakit geçirmek : )

İçerik ve teknik olarak diğer filmlerinden bir iki noktada ayrılıyor Komşum Totoro. Bu defa asıl konu çocuklar ve hayal güçleri. Bir ağacın kavuğunda uyumayı seven tüylü dev Totoro, yağmurun altında şemsiyeyle oynamaları; kedi otobüs seyahati, ürkek Kanta’nın Satsuki ‘ye olan gün yüzüne bir türlü çıkamayan:) ilgisi; yüzümüzde oluşturdukları gülümsemeyi asla unutamayacağımız karelerden.

Ailenin en küçük kızı Mei, aynı dönemde bir başka ustanın(Isao Takahata) elinden çıkan Setsuko gibi en sevdiğim karakterlerden. Seslendirmesi, mimikleri, harekeleri o kadar başarılı ki 25 sene sonra bile kimse üçüncü boyutun eksikliği hissetmiyor.

Gücünü basitliğinden, masalsı kurgusundan alan Komşum Totoro, sizi seksen dakika kadar özgür kılacak, çocukluğunuza götürecek; hatırlamadıklarınızı hatırlatacak. Bu anlamda film yönetmenin, çocuklara ve ‘kendi gibi’ hayal etmeyi hiç bırakmamış çocuk kalanlara sunduğu seksen dakikalık bir hediye niteliğinde.


7 Mart 2012

Zenne

M.Caner Alper ve Mehmet Binay’ın ilk uzun metraj filmi olan Zenne, iki yönetmenin 2007 yılında zenneler üzerine yapmayı düşündükleri belgesel projesiydi; aynı yıl, yakın arkadaşları Ahmet Yıldız’ın, eşcinsel olduğunu açıkladığı babası tarafından öldürülmesiyle proje üzücü bir motivasyonla hız kazanmış oldu. Bu anlamda senaryosu gerçek öykü ve kişilerden esinlenilerek M. Caner Alper tarafından kaleme alınan “Zenne”; muhafazakar bir ailenin çocuğu olan Ahmet, (Erkan Avcı) İstanbul’un dans kulüplerinde zennelik yapan Can (Kerem Can) ile Alman fotoğrafçı Daniel’in (Giovanni Arvaneh’nin) kesişen yollarını hikaye ediyor.
Birbirinden tamamen bağımsız insanların dostluğa dönüşen hikayesi etrafında dolanan Zenne; eşcinsellik ve töre cinayetleri gibi konulara girmeyi deniyor. Bunları anlatırken işin oluşum aşamasına bakmayı atlamıyor ve bizi muhafazakâr bir ailenin içyapısına bakmaya davet ediyor. Kendini farklı hisseden bir çocuğun üzerinde nasıl bir baskı ve korku yaratıldığına şahit oluyoruz. Bu anlamda bazı eksiklikler göze çarpsa da, filmin belirli bir farkındalık yaratmayı başaran ilk iyi örnekler arasında yerini aldığını söyleyebiliriz.

Zenne’ye getirebileceğim en büyük eleştiri; belgesel projesinin içine başka bir kaç hikayenin yedirildiğinin belli olması olabilir. Bu durum Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerinden alışageldiğimiz “her konuya değinme, her soruna temas etme”  kaygısından kaynaklanıyor olabilir.
Ya da Alper ve Binay’ın dediği gibi içerik zenginliği…

Açıkçası, Zenne belgeseli yapmak için çıkılan yola, bir töre cinayeti bir de Afganistan geçmişi olan bir Alman fotoğrafçı eklenince ortalık biraz karışmış gibi geldi bana. Kararı size bırakıyorum.

Oyunculuklara gelince, onlar da maalesef iyi ve kötü olarak net bir şekilde ayrılıyor.
Ahmet’i canlandıran Erkan Avcı, iyi iş çıkarıyor. Sevgilisi Daniel rolündeki Alman oyuncu ise bir o kadar tutuk. Ahmet’in annesi Rüçhan Çalışkur rahatsız edecek kadar teatral. Can’a hayat veren Kerem Can, üzerinde en çok uğraş verilen isim olduğunu belli ediyor. (Almanya’da modern dans topluluğu Pina Bausch koreograflarından Daphnis Kokkinos, Türkiye’de ise Beril Şenöz ve Burçin Orhon’la filmin dans sahneleri üzerinde 7 ay çalışmış) Can’ın annesi Tilbe Saran, askerden sorunlu dönen büyük oğlu Cihan’a hayat veren Tolga Tekin adeta film içinde başka bir filmde oynuyorlarmış gibi- oldukça başarılılar.  Can’ın teyzesini canlandıran Jale Arıkan, sert görünüşlü ama iyi kalpli sevgilisi Erdal Yıldız yine iyilerden.

Özetle Zenne, iyi niyetle ortaya çıkmış bir başlangıç filmi.
Eşcinsel bir yaşam sürmenin zorlukları, askere alınma süreci (kadın gibi giyinme makyaj yapma zorunluluğu, cinsel ilişki sırasında pasif olduklarını yüzleri görülecek şekilde fotoğraf ve ya video ile belgeleme zorunluluğu) Eşcinselliğin, topluma katılmadan daha aile içinde kabul görememesi, toplumun bu konuya bakışındaki ikiyüzlülüğün deşifre edilmesi, tüm bunlar anlatmaya değer konular…
Umalım ki Zenne’nin açtığı kapıdan nice protest filmler gelsin, gelsin ki bu konuyu görmezden gelen tek bir politika-fikir üretemeyen, kendi vatandaşını korumaktan aciz devletimiz derin uykusundan uyansın.

8 Şubat 2012

The Skin I Live In

"İçinde Yaşadığım Deri" için, Pedro Almodovar’ın en karanlık filmi dersek herhalde yanlış olmaz. Orijinal hikayesi Thierry Jonquet’in “Tarantula” adlı romanına dayanan filmin senaryosunu yazmak yönetmenin tam on senesine mal olmuş. Kitapta, sosyete eğlencelerinde boy gösteren Mösyö Lefargue’un beraber olduğu güzel kadın Eve ile olan inişli çıkışlı ilişkisi anlatılırken film, hikayeyle biraz oynuyor ve sanki bu ilişkinin başlangıcına gidiyor.

Filmde, estetik cerrah Dr. Robert Ledgard (Antonio Banderas) eşinin araba kazasında aldığı korkunç yanıkları tedavi etme amacıyla canla başla suni bir deri üzerinde çalışmakta. Ancak bu süreç henüz tamamlanmadan eşi yüzünün vahametini görüp intihar ediyor. Annesinin ölümüne şahit olan Norma ise uzun süre depresyonda kalıyor ve aile hafiften dağılıyor.
Seneler sonra Norma, klinik tedavisi sona ermiş kendini toparlamış genç bir kız olarak çıkıyor karışımıza. Ne var ki bir gün -babasının gözetimindeyken- tekrar psikolojisini bozacak bir olay yaşıyor.

Bu noktadan sonra, kızını eski haline dönmesini kaldıramayan Dr.Ledgard, sadece doktorluk değil insanlık sınırlarını da zorlayacak, kendini evine kurduğu laboratuvarına kapatacaktır.
Saplantılı ve sınır tanımadan yaptığı çalışmalar sayesinde gerçekten de insan-domuz kanı karışımı suni bir deri yatacak ve bunu da gerçek insanlar üzerinde denemeye kalkışacaktır.

Almodovar’ın “Çığlık ve dehşet içermeyen bir korku filmi” diye tarif ettiği film, gerçekten sizi sadece tedirgin etmekle kalan bir gerilim. Ne bir aksiyon ne bir dramatik oyunculuk var, hatta oyunculuk bazen tepkisizlik sınırında. Filmin konusu o kadar uçlarda ki belki de bu nedenle böyle yalın bir anlatım söz konusu. Başka bir yönetmenin elinde heder olma ihtimali yüksek olan bu konu olabilecek en dengeli şekilde anlatılmış.

Yönetmenle 20 yıl sonra bir araya gelen Banderas, Frankeştayn olduğunun farkında olmayan doktor rolünde bir hayli başarılı. Elena Anaya filmi sırtlayan büyük rolün altından hiç sırıtmadan kalkabilmiş yeni bir keşif. Bu ikili filmin tüm tansiyonundan sorumlu.

Özenle iç ipucu vermeden anlatmaya çalıştığım filmi, bir iki hafta evvel, sinema kuyruğunda bir bayan sormuştu, cevabıma göre film için bilet alacaktı. İşte bu film, kısaca konusu anlatılabilen, kayıtsızca önerilebilecek bir film sayılmaz. Bayana da dediğim gibi;
“Neşelenmek için başka bir film tercih edilebilir.”
Ha en sevdiğiniz filmler listesinde "Old Boy" ilk beşteyse o ayrı.

26 Aralık 2011

The Future

“Gelecek” filminde Miranda July bizi, modern dünyanın yalnızlaştırdığı bir çiftin beraberliklerinin son dönemine götürüyor. Miranda July’nin kendisinin canlandırdığı Sophie, başlangıç seviyesindeki çocuklara bale öğretmenliği yapıyor ama esas istediği şey kendisi için yeni bir dans türü icat etmek. Jason’un ise evden dışarı çıkmasını gerektirmeyen, arayan kişiye telefonla teknik-destek sağlamasının yeterli olduğu bir işi var.
Arkadaşlarıyla ve çevreleriyle bağlarını kopartmış görünen bu yalnız çift, olaysız hayatlarına bir “yenilik” getirmeye karar veriyorlar. Bu yeniliğin adı - aynı zamanda hikayenin de anlatıcısı- sakat sokak kedisi - Paw-Paw.
Romantik-fabl devam eden filmde, (seslendirilmesini pek sevmedim) anlatıcı kedi Paw-Paw’un resmettiği çiftimiz; Otuzlu yaşlarının sonlarına gelmiş, hayatlarının monotonlaştığını fark edip bunu alelacele değiştirme çabasına girişen bir çift.  Neredeyse 40 yaşında geldikleri halde bulundukları noktadan pek memnun olmayan bir portre çiziyorlar. Bunun paralelinde hayatlarına aldıkları “tek yenilik” olan Paw-Paw onları bir anda orta yaş bunalımına sokuyor. Aniden, kedinin sorumluluğunu almak için bekleyecekleri 30 gün, gelecekleri ile ilgili bir şeyler yapmak için son zamanları oluveriyor ve bu süreyi hayatlarının son otuz günü gibi yaşamaya başlıyorlar.
Sophie ve Jason bir nevi hayata dönme ile ilişkilendirdikleri bu süreçte pek çok yeni şey yaşıyorlar.

Sophie’yi canlandıran Miranda July’nin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği film, bazı yerlerde kopuk olsa da anlatımıyla ilginç bir hale geliyor. ‘The New Adventures of Old Christine’ dizisinde Christine’nin kardeşini canlandıran Hamish Linklater, asosyal ve içine kapanık sevgili rolünde hiç fena değil.

Film, standart bir romanstan çok, içinde komedi unsurları bulunan dokunaklı bir masal gibi. O yüzden filmden çıktığınızda yüzünüzde kocama bir gülümsemeyle ayrılacağınızı düşünmeyin. Bilinen aşk filmi içeriği yok. Günümüz korkularına (kıskançlık, yalnızlık, sıradanlık) kadın-erkek ilişkilerine, modern dünyaya, sorumluluk almaktan kaçmayı bir yaşam biçimi haline getirmiş herkese hafiften dokunduruyor.
Sophie’nin “Hayatını anlamlı hale getirmek için bir şeyler yapma” adına yaratmaya çalıştığı dansın videosunu, YouTube’a koyma isteği de, muhtemelen yeniçağın sanal başarı algısına yönelik bir eleştiri olsa gerek.

Orta yaş bunalımı, gelecek endişesi, monotonlaşan ilişkiler-hayatlar, bir şeyleri değiştirme isteği.
En önemlisi de bunları hemen şimdi fark etmek!
Unutmayın geleceğe dair umutsuz olmak, şu anda umutsuz olmanızla alakalı. Bunu değiştirecek zamanımız var.
Sanırım filmin en iyi getirisi, gizliden gizliden verdiği “Zamanınızı iyi kullanın mesajı”
Yenilik arayanlar olabilir, hayatın içine sıkıştıysanız kedi almanıza gerek yok.  (:
Sıkıntıyı bırakın gitsin.

 “We’re going to love you and take care of you for the rest of your life.”

İki Film Haberi


Quentin Tarantino’nun bir süredir üzerine çalıştığı ve uğrunda “Kill Bill vol. 3″ projesini ertelediği, western türünün son halkası “Django Unchained”in çekimleri, efsane kadrosu ve merak uyandıran hikayesiyle başlamış durumda. 
Vahşi Batı'da Django isimli siyahî bir kölenin, bir Alman ödül avcısıyla birlikte karısını Leonardo DiCaprio'nun canlandıracağı kötü toprak sahibinden kurtarmaya çalışmasını anlatacak olan filmde S. Baron Cohen, köle Django'nun karısını satın alan kumarbaz Scotty'i oynayacak. 
Kadronun diğer yıldızları ise; Christoph Waltz, Jamie Foxx, Kerry Washington, Samuel L.Jackson, Don Johnson ve Kurt Russell 


Leonardo DiCaprio'nun eş zamanlı olarak yer aldığı bir diğer proje ise Amerikalu suç romanları yazarı Don Winslow'un kitabı Satori.  Hikaye, Rodney William Whitaker'ın "Travanian" takma ismiyle yazdığı efsane kitap Şibumi'de anlatılanların öncesindeki gelişmeler üzerine kurulu.
DiCaprio filmde Japonya'da büyümüş dövüş sporları ustası go* üstadı Nicholai Hel'i canlandıracağını söylersek belki kitabı okuyanlar için biraz hayal kırıklığı yaratabiliriz. 
*Go: Japon satrancı dense de Çin'den çıkma karışık bir strateji oyunudur. (Ben de 25 kyu(öğrenci) seviyesinde oynardım bir zamanlar (: Oynayacak kimse bulamayınca telefona aplikasyon olarak yükledik :) sınırlı bir oyun hafızası olduğundan strateji çözüldü 3 haftada patladı olay, ama pratik için fena değil. )

Anadolu Kartalları

Anadolu Kartalları, Hakan Evrensel'in kaleminden çıkıp Ömer Vargı'nın kamerasında hayat bulmuş, Hava Kuvvetleri'nin 100. yıl dönümü kutlayan bir film.
(Aslında filmin eleştirisi sadece bu cümle olabilir.)

Film, savaş uçağı pilotu olmaya hazırlanan Harbiyeli beş genç teğmenin pilot olma sürecindeki zorluklarla başa çıkmalarına odaklanıyor.
Yönetmen Ömer Vargı, öceki filmlerinden (Herşey Çok Güzel Olacak, Gönül Yarası ve Kabadayı) bizi karakterler ve diyaloglarının gerçekliğine alıştırdığından olsa gerek Anadolu Kartalları bu konudaki zayıflığı ile dikkat çekiyor. Problemin ana kaynağı senaryonun, dolayısıyla diyalogların iyi yazılamaması. Buna bir de başrollerin iyi kıvrılamaması eklenince filmin hikaye örgüsü (zaten zayıf) tamamen ortadan kalkmış oluyor.

Hikayede, pilot olma sürecinin getirdiği stresle uğraşan teğmen Ahmet Onur (Çağatay Ulusoy) bir yandan da sevgilisi Burcu (Hande Subaşı) ile süregelen birlikteliğini götürme çabasında. Neden çabasında? Çünkü Burcu nedense sevgilisinin bir pilot olduğu gerçeğini bir türlü idrak edememiş bir portre çiziyor. Maalesef diyalogları o kadar "Şom ağızlı" yazılmış ki (donuk oyunculuğunun da eklenmesiyle) ilk beş dakikada izleyiciyi kendinden soğutmayı başarıyor. Esas hikayesi, bu aşk hikayesi gibi okunan filmi destekleyen yan karakterler oyunculuk açısından daha başarılı. Teğmen Ahmet'in eğitmeni Kemal rolünde Engin Altan Düzyatan, destek olan komutan rolünde inandırıcı. Ahmet'in çocukluk arkadaşı aynı zamanda okul birincisi bayan pilot Ayşe rolünde Özge Özpirinçci bir Harbiyeli için minyon olsa da performans olarak başarılı.


Filmin teknolojisinden bahsedersek; Hikaye ne kadar amatörse gökyüzü çekimleri, iç çekimler, dış çekimler bir o kadar profesyonel işi. Uçuş sahneleri kesinlikle inandırıcı. Bu çekimler için Amerikan Wolfair Aviation şirketinden özel jet kiralanmış. Havada 2.5 saat HD çekim yapabilen bu jet daha önce "Iron Man" filminde kullanılmış (4 günlük bedeli 600 bin dolar) Filmdeki mezuniyet töreni sahnesi, İstanbul’da bulunan Hava Harp Okulu’nda gerçeğine uygun olarak çekilmiş.Ünlü akrobasi grubu ‘Türk Yıldızları’ ve ‘Solotürk’ te Anadolu Kartalları'na özel İstanbul Boğazı üzerinde şov uçuşu gerçekleştirmiş.
Hava Kuvvetleri paradan kısmamış. Belli.
İşte sorun da burada başlıyor. Elde bütçe var. Teknoloji var. Hava Kuvvetleri'nin sonsuz desteği var, Yönetmen var. E?
Madem bir belgesel değil, film yapmak istendi, o zaman bir zahmet sağlam bir kast ve hikaye yapacaksın ki tüm bu emekler heba olmasın.
Yoksa tüm bu pilotluk süreci, verilen emekler bir gençlik dizisi kıvamında "Kaprisli kız ve teğmenin karamsar aşkından" ileri gidemez. Adını Feriha Koydum dizisinin başrolü Çağatay Ulusoy'un televizyon dizisini kotarıyor olması, her rolün altından kalkabileceği anlamına gelmiyor. En azından şimdilik görüntü bu.

Özetle film, Hava Kuvvetleri tanıtımı dışında, savaş uçağı pilotu eğitim döneminin zorlu sürecini takip etme iyi niyetiyle yola çıkmış bir film. İçindeki aşk hikayesi filmin etkisini zayıflatsa da uçuş ve eğitim sahneleri filmi sıkılmadan izlemeniz için yeterli.
Benim bile (uçmaktan korkan biri olarak) pilot olasım geldi!

Filmin ülkemizin coğrafyası itibariyle özenle beslenip büyütülen milliyetçilik duygularını beslediğini de belirtelim. Diyeceksiniz ki "Ya zaten Hava Kuvvetleri 100. yıl şerefine çekilmiş film. Tabiiki milliyetçi bir çizgide olacak." İşte benim anlayışım da burada ayrışıyor. "Biz ne kadar iyiyiz"i vurgulayacağım diye göze sokacaksan, hem gösterip hem altyazı yazacaksan belgesel yap.

Son söz, Ne diyelim? Nefes:Vatan Sağolsun'un da senaryosu elinden çıkan, ordudan ayrılma eski üsteğmen Hakan Evrensel'den daha objektif, daha film gibi düşünülmüş senaryolar bekliyoruz.