13 Kasım 2013

Yerçekimi(Gravity)

(Children Of Men) Son Umut ile 2027 yılını, on dokuz yıldır hiçbir bebeğin doğmadığı; insan neslinin tükenmeye yüz tuttuğu bir tür korku dünyası olarak tasvir ederek son on yılın en iyi bilim-kurgu senaryolarından birine imza atmış Alfonso Cuarón,  yedi yıl sonra hepimize uzayda kaybolma korkusu saldığı yeni filmi Yerçekimi(Gravity) ile karşımızda.  

Dünyadan 300 küsür mil yukarıda, deneyimli astronot Matt Kowalsky(George Clooney) ve ona ilk uzay görevinde eşlik eden mühendis Dr. Ryan Stone(Sandra Bullock)  rutin keşif yürüyüşü esnasında bir meteor fırtınasına maruz kalır.  Uzay gemileri parçalanan ve Dünya ile iletişimleri tamamen kopan ikili sonsuz boşlukta tek başlarına kalırlar. Astronotlar için tek seçenek başka uzay istasyonuna ulaşmaktır ama sınırlı yakıt ve oksijen ile bu o kadar kolay olmayacaktır.

Bu film spoiler vermenin imkansız olduğu filmlerden; yani ben tüm sürprizleri birer birer söylesem, hatta baştan sona anlatsam da filmi izlemeye başladığınızda bir dakikalık duygu kaybı bile yaşamazsınız.

Film nefes kesen bir girişle başlıyor.
Alfonso Cuarón sahneyi kesintisiz sunduğu için daha da çok korkutan, nefes almayı zorlaştıran harika bir giriş.  Bu gerilimli açılış, filmin daha 10. dakikasında olabilecek en belirsiz ortama bizi astronotlarla beraber yollayan yönetmen için son derece bilinçli bir tercih.
Teknik ve kamera kullanımı sayesinde yerçekimsiz ortamı ta içimizde hissettiğimiz Yerçekimi’nin inandırıcılık hissi üst düzeyde. Özellikle yükselen anlarda Hollywoodvari dev patlamalara, duygu arttırıcı müzik kullanımına yer vermeyen yönetmen filmi belgesele dönüştürmeden gerçekçi bir gerilim yaratmayı başarmış.  Filmin istenen teknolojiyle çekilmesi için dört sene beklendiği düşünülürse bu konuya duyulan hassasiyet anlaşılabilir.
Aslında “Hayatta kalma savaşı” gibi kısa bir cümleyle bile özetlenebilecek konusu açısından film “basit bir kurgusu” olduğu konusunda eleştiri alabilir ama bence film bu hali ile cazip. Yaşama karşı bağlılığı azalmış birinin ‘yaşama’ tekrar ulaşmak için çaresizlikte çare yaratması kayda değer bir konu. Bazı filmlerin yoğun karakterlere ve büyük mesajlara boğulmaları gerekmez; Yerçekimi de bu filmlerden.

Sonunda kendini romantik komediden sıyırmaya başlayan Sandra Bullock’un performansı, ben dahil çoğu izleyiciyi şaşırtacak düzeyde iyi. Yaşadığı trajik bir olaydan sonra hayattan pek fazla beklentisi kalmayan bilim kadını rolünde oldukça içten. Dört senelik bir konsantrasyon süresi azımsanacak bir çaba değil. Bir röportajda Cuarón ile Stone karakterinin hangi durumda ne şekilde nefes alıp vermesi gerektiğinin bile tartışma konusu olduğu bir çalışma sürecinden bahsediliyordu.  
Filmin ‘ancak astrofizikçilerin anlayabileceği’ bazı imkansızlıkları yok değil. Mesela adı geçen üç uzay istasyonu arasındaki geçişlerin gerçek hayatta imkânsız olması;  Bağlantı kopsa bile NASA’nın iki astronotun yerinin GPS’le kolaylıkla tespit edebilecek durumda olması gibi. Ama bu anlaşılmaz noktaları ancak derinlemesine araştırarak fark ettiğimiz düşünülürse kafa karıştırmaya gerek yok diyor insan.
Özetle Yerçekimi pek çok şeyi doğru yapan, bu senenin iyi filmlerinden biri. Hem güzel hem de korkutucu doğasıya oldukça etkileyici. Yumruklarınız sıkacağınız; nefesini tutacağınız gerilimli bir 90 dakikaya hazır olun. Sinemayı sinemada seyretmekten hoşlananlardan biri olarak bu filmin kesinlikle sinemada görülmesini önerebilirim. Filmin 3D etkisinden ziyade IMAX salon geometrisinde izlenmesi görsel ve işitsel bakımdan oldukça etkileyici bir sonuç veriyor. 3D kısmı uçuşan bir gözyaşı damlasında sınırlı kalmıyor; alan derinliği sayesinde o gizemli karanlık tüm izleyiciyi sarıveriyor.

8 Kasım 2013

Komşum Totoro

Hayao Miyazaki deyince akla gelen mükemmel animelerden biridir Komşum Totoro. Belki Ruhların Kaçışı(Spirited Away) ya da Howl’un Yürüyen Şatosu (Howl’s Moving Castle) kadar sükse yapmamıştır ama Miyazaki’nin hayal gücünün ve tekniğinin katlanarak geliştiğinin en büyük habercisidir.  
Komşum Totoro, annelerinin tedavi gördüğü hastaneye yakın olmak için kırsala taşınan iki kız kardeş ve babalarını konu alıyor. Bu süreci geçirmek için eski bir köy evine taşınan Satsuki ile kız kardeşi Mei, ormanın yanı başındaki yeni ‘perili’ evlerinde, toz tavşancıkları ve orman yaratıkları ile tanışacakları; kedi-otobüsle seyahat edecekleri unutulmaz bir dünyayı keşfediyorlar. Şehir hayatından kırsal hayata çabucak adapte olmanın büyüsünün işlendiği filmde ‘ne yazık ki’ büyüdükçe azalan hayal gücü gizliden eleştiriyor.

Çocuğunu mor bulut çizdiğinde yaratıcı ilan eden anne baba, ya da aslında Noel Baba’nın olmadığını söyleyerek çocuğu beş yaşında ilime bilme yönlendirdiğini sanan öğretmenlerin izlemesi gereken bir masal bu belki de. Miyazaki animelerinden vaz geçemiyor olmamızın bir nedeni de bu olabilir mi? Yetişkinler dünyasında fazla vakit geçirmek : )

İçerik ve teknik olarak diğer filmlerinden bir iki noktada ayrılıyor Komşum Totoro. Bu defa asıl konu çocuklar ve hayal güçleri. Bir ağacın kavuğunda uyumayı seven tüylü dev Totoro, yağmurun altında şemsiyeyle oynamaları; kedi otobüs seyahati, ürkek Kanta’nın Satsuki ‘ye olan gün yüzüne bir türlü çıkamayan:) ilgisi; yüzümüzde oluşturdukları gülümsemeyi asla unutamayacağımız karelerden.

Ailenin en küçük kızı Mei, aynı dönemde bir başka ustanın(Isao Takahata) elinden çıkan Setsuko gibi en sevdiğim karakterlerden. Seslendirmesi, mimikleri, harekeleri o kadar başarılı ki 25 sene sonra bile kimse üçüncü boyutun eksikliği hissetmiyor.

Gücünü basitliğinden, masalsı kurgusundan alan Komşum Totoro, sizi seksen dakika kadar özgür kılacak, çocukluğunuza götürecek; hatırlamadıklarınızı hatırlatacak. Bu anlamda film yönetmenin, çocuklara ve ‘kendi gibi’ hayal etmeyi hiç bırakmamış çocuk kalanlara sunduğu seksen dakikalık bir hediye niteliğinde.